NASIL BİR EĞİTİM REFORMU? EĞİTİM SİSTEMİNİN OLMAZSA OLMAZ ON TEMEL İLKESİ

Ne kadar okudum?

Paylaş

[youtube https://www.youtube.com/watch?v=VHl1NpVrbd8&w=854&h=480]

 

CEHALET YENİLMESİ GEREKEN EN BÜYÜK DÜŞMANDIR.

  MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 

 

 GİRİŞ

Devletlerin yönetiminde en önce dikkat edilmesi gereken iki temel konudan biri milli güvenlik diğeri ise milli eğitimdir. Bu iki konu birbirinden uzak değildir. İç içe geçmişlerdir; amaç bakımından birbirini tamamlarlar. Eğitimin kalitesi yüksek olan milletler geleceğe güven içinde bakarlar. Milli güvenlik sorununda büyük mesafe kat ederler. Uluslararası rekabette zaman onların lehine çalışır. “Bir ulusu yıkmak için atom bombasına veya uzun menzilli füzeye ihtiyaç yoktur, eğitimin kalitesini düşürmek yeterlidir”, deyişi genel kabul görmesi gereken bir görüştür. Bu söz, Büyük Güçlerin, gelecek vaat eden hedef ülkelerin gelişerek kendilerine alternatif olmalarını engellemek için eğitim sistemlerini baltalamanın yeterli olduğunu ifade etmek için söylenmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, bu konudaki görüşlerini 1922 yılında, cumhuriyet ilanından bir yıl önce açıklamıştı. Şöyle der:

“En mühim ve feyizli vazifelerimiz milli eğitim işleridir. Milli eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lazımdır. Bir milletin hakiki kurtuluşu ancak bu suretle olur. Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı ve yüce bir toplum halinde yaşatır ya da onu köleliğe ve yoksulluğa iter…

İlim ve teknikle ilgili teşebbüslerin faaliyet merkezi mekteptir. Bu sebeple lazımdır… Mektep adını hep beraber hürmetle, saygıyla analım: Mektep genç beyinlere, insanlığa hürmeti, millet ve memlekete sevgiyi, şerefi, bağımsızlığı öğretir… Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için izlenmesi uygun olan en doğru yolu belletir… Memleket ve milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer çalışkan bilgin olmaları lazımdır. Bunu temin eden mekteptir. Ancak bu şekilde her türlü teşebbüslerin mantıki neticelere erişmesi mümkün olur.”

1923’de ise eğitim ordusu ve asker ordusu hakkında şöyle söylemiştir:

“Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalinin yoğuran kültür ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, verimlidir, saygıdeğerdir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha kıymetlidir, hangisi diğerine üstün tutulur? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz, bu iki ordunun ikisi de hayatîdir… Yalnız siz, kültür ordusu mensupları, sizleri bağlı olduğunuz ordunun kıymet ve kutsiyetini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten bir ordunun fertlerisiniz… Bir millet kültür ordusuna malik olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin o zaferlerin sürekli neticeler vermesi ancak kültür ordusunun varlığına bağlıdır. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun verimli sonuçları kaybolur.”

 

Makalemizi üç adımda yürüteceğiz. Önce eğitim sistemimizin verdiği sonuçları tartışmaya yer bırakmayan sayılarla açıklayarak sorunun boyutlarını sergileyeceğiz. İkinci adımda eğitimin olmazsa olmaz on ilkesini sırasıyla ele alacağız. Üçüncü adımda ise reform için gerekli paranın nasıl bulunabileceğini, bütçenin hangi kalemlerinde saklı olduğunu inceleyeceğiz.

SAYILARLA MİLLİ EĞİTİMİN HALİ

Bu makalemizde stratejik önemini Büyük Atatürk’ten vecizelerle kısaca vurguladığımız eğitim konusuna dair görüşlerimizi ifade edeceğiz. Bunun için önce milli eğitim konusunda ne durumda olduğumuza dair eldeki bazı sayısal verileri inceleyelim:

2012 yılında, eğitim sistemimizle ilgili olarak içimizi karartan bir olay eğitim camiasını bir bütün halinde güç durumda bıraktı. Üniversite yerleştirme sınavında 1 milyondan fazla öğrencinin matematik sorularına el sürmeden sınav kâğıtlarını teslim etmesi, üzerinde büyük bir ciddiyetle durulması gerektiği halde kamuoyunda pek ilgi görmedi. 2012-2013 eğitim yılında bu konuda hangi tedbirlerin alındığını öğrenmek de mümkün olmadı. Ancak 2014 yılı son günlerinde Osmanlıca derslerinin zorunlu ders olarak okutulması kamuoyunda geniş katılımla tartışıldı. Hatta iktidar kanadının bir vekili “bütün okullar İmam Hatip olacak” diye demeç verdi. Ama kendi torununu Fransız Lisesi’ne verdiği ortaya çıkınca bir daha ortalarda görünmedi. Buna karşılık, Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’de İmam-Hatip’te okuyanların sayısının 20 kat artırılarak, 60 binden 1 milyon 200 bine çıktığını söyledi ve eğitim reformunun doğrultusunu ve gelecekteki hedefini de açıkça ortaya koydu (2016). 2015’in son aylarında YÖK başkanı, “üniversite tahsili olmayanların iş bulma ihtimali daha yüksek” diyerek eğitim sisteminin zaafını, İLO (Uluslararası Çalışma Teşkilatı)’nın az gelişmiş ülkelerle ilgili raporunda yer alan bir durum tespitine dayanarak güzel güzel itiraf etti.

Diğer yandan, 2013-2014 eğitim yılına hazırlanırken, Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın, eğitim politikasına ve milliyetçilik anlayışına ışık tutan fikirleriyle karşılaştık. Gazetelerde yer alan habere göre, memleketi olan Trabzon’un Of ilçesinde yaptığı konuşmada şöyle diyor bakan:

“Bu ülke Müslüman bir ülke. Yüzde 99’u Müslüman. Tarihten gelen bir yapısı var. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya çok zor bir bölge ve Türkiye onun merkezinde bulunuyor. Şimdi Türkiye’nin konumu itibariyle biz icat yapamıyoruz, buluş yapamıyoruz. Tarım ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz? … Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. O zaman biz çok daha iyi eğitim almak zorundayız. İnsanlarımızı çok daha iyi yetiştirmek zorundayız… Esas milliyetçilik ne biliyor musunuz? …”

Bakanın konuşması sayesinde aslında hangi anlayışla yönetildiğimiz açıkça anlaşılmış olması gerekir. Ne var ki bütün bu zırvalamalara karşılık matematik sınavlarından çıkan çarpıcı sonucun vahameti üzerinde durulmadı. Son bir örnek yeni hükümetin (2015) bakanından. Söz konusu kişi Aile ve Sosyal Politikalar bakanı Ayşen Gürcan. İstanbul Ticaret Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde öğretim üyesi olan bakan Twitter hesabından bakınız görüşünü nasıl bildirmiş:

İnsan soruyor eğitim ne işe yarar eğer benim dini yaşamımı kolaylaştırmayacak ise.”

Eğitim konusundaki başarısızlık sayılarla tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkla ortaya dökülmüşken konuyu kamuoyunda enine boyuna tartışmak yerine, üstü örtüldü gitti. Her gün ortaya çıkan yeni bir haber bir önceki haberin gerektiği şekilde değerlendirilmesini önledi. Her gün haber tüketen ve haberlerin ortaya çıkardığı gerçekleri değerlendirmek zahmetine girmeyen bir toplum olduk. Toplum katmanlarında kapsamlı bir şekilde müzakere edilmesi gereken konulardan bizi uzak tutmak için sistemli işleyen bir mekanizma oluşturulmuş gibi bir izlenim alıyoruz. Diğer yandan, bizim eğitim camiası, iktidar karşısında hizayı bozmamayı alışkanlık haline getirdi. Milli eğitimin temel nitelikte konuları iktidarın gözüne girerek makam kapmaya çalışanların gayretiyle gözden kaçırıldı.

Oysa herkes çok iyi biliyor ki konunun özünü tartışmanın dışında tutunca, sorun da yıllar itibariyle iyice tırmanıyor. Nitekim 2015 Yüksek Öğrenime Geçiş Sınavı’nda ortaya çıkan sonuçlar gerçekleri bir kez daha bütün çıplaklığıyla sergiledi. Sınava 2 milyon kişi girdi (1.987.000). Bu kadar büyük bir katılım, sonucu genelleştirmek ve hastalığa doğru teşhis koymak için fazlasıyla yeterli. Sınavda, her biri 40’ar sorudan oluşan şu dört ana konudaki 160 soru soruldu. Türkçe, Sosyal Bilimler, Temel Matematik ve Fen Bilgisi. Sınava girenlerin söz konusu her bir bölüme verdikleri cevapların ortalaması eğitimin aslında eğitim olmadığını, göstermelik bir etkinlik olduğunu anlamak için yeterli.

  • Sınava girenler, 40 Türkçe sorusundan ortalama olarak sadece 15,8’ini doğru cevaplayabilmiş. Bu sonuç, eğitim sistemimizin Türkçe öğretemediğine hükmetmek için yeterlidir.
  • Sosyal bilimlerler ilgili 40 sorunun ise sadece 10,7’si doğru cevaplanabilmiş. Böylece öğrencilerimizin ne tarih ne de coğrafya bildiği anlaşılmış olmuyor mu?
  • Temel matematik sorularında ise durum çok daha vahim. Ortalama olarak sadece 5,2 soru yapılmış. Demek ki okullarda matematik hiç öğretilmiyormuş.
  • Öğrencilerimizi en başarısız olduğu soru gurubu Fen bilimlerinde. Ortalama olarak sadece 3,9 soru yapılabilmiş. Oysa ülkemizin en önemli milli güvenlik sorunu bilim ve teknoloji alanındaki geriliğimiz.

Bu sonuçlardan milli eğitim kadrolarının, söz konusu milli güvenlik sorununu aşmak için herhangi bir şey yapmadığı sonucunu çıkarıyoruz. Üstüne üstlük bir televizyon programında pedagoji uzmanı bir akademisyen tarafından, Osmanlı medreselerinin kapısında “burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz”, diye yazdığı öne sürerek matematik eğitiminin herkese verilmesinin gerekli olmadı savunuldu. Ama PİSA sınav sonuçları gerçeği gözler önüne serince bu gibi sözde eğitimcilerin sesi kısılıverdi. Oysa Osmanlı medreselerinde ne kuşlar uçabildi ne de balıklar yüzebildi.

Eğitim konusunda inanılmaz başarısızlığımızın uluslararası göstergeleri de var: PİSA TESTİ.

PİSA SINAVI, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı, kısa adıyla OECD tarafından 1997 yılında tasarlanmış. “PİSA”, Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı’nın İngilizce karşılığı olan Programme for İnternatonal Student Assessment’ın baş harflerinin yan yana getirilmesinden oluşturulmuş olan bir ad. İlk kez 2000 yılında 32 ülkeden 15 yaşındaki 265 bin öğrenciye uygulandı. İkinci kez 3 yıl sonra, 2003 yılında aralarında 30 OECD ülkesinin bulunduğu 41 ülkeden 250 bin öğrenciye uygulandı. İlk sınavda Türkiye katılmadı ancak ikinci sınava katıldı. PİSA 2003’de 15 yaşındaki öğrencilere matematik, sorun çözme, okuma ve fen bilgisi olmak üzere dört dalda sorular soruldu. Bu sınavda Finlandiya, Kore, Japonya ve Hong Kong ilk sıraları paylaştılar. PİSA 2000’de de Finlandiya, Japonya ve Kore ilk üç sırayı paylaşan ülkelerdi. Demek ki uygulanan programın temel mantığı tutarlıdır. Eğer öyle olmasaydı, başka bir sınavda ilk sıraları başka ülkeler paylaşırdı.

Türkiye’nin ilk kez katıldığı PİSA 2003 sınavındaki sonuçlara bakalım:

Bu sınava 41 ülke katılmış. Matematik dalında birinci ülke Finlandiya, ikincisi ise Kore’dir. Türkiye sondan altıncı. Bizden düşük puan alanlar: Tunus, Endonezya, Tayland, Brezilya ve Meksika. Problem Çözme Yeteneği dalında birinci Kore, ikinci Hong Kong, üçüncü Finlandiya ve dördüncü Japonya. Türkiye ise sondan beşinci. “Okuma Yeteneği” dalında ise Finlandiya yine birinci, Kore ikinci Türkiye ise sondan yedinci. Fen Bilimleri dalında yine Finlandiya birinci, Japonya ikinci, Hong Kong üçüncü ve Kore dördüncü. Türkiye’nin katıldığı bu ilk sınavdan sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından sonuçları değerlendiren kapsamlı bir rapor hazırlanmış. Aralık 2005 tarihli raporun Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik imzasıyla yayınlanan önsözünde, milli eğitimdeki geriliğimizin açıkça görülmesi üzerine şöyle bir hükme yer verilmiş: “Milli eğitim sistemimizde acilen reform yapılması gerekir.”

Bu satırların yayınlanmasının üzerinden koskoca bir on yıl geçti. Ülkemizde reform denince ne anlaşıldığı kamuoyu önünde açıkça tartışıldı. Reform adına hiçbir şey yapılmadığı daha sonra yapılan 3 PİSA (2006, 2009 ve 2012) sınavı tarafından da tescillendi. 2012 ve 2015 yılında yapılan sınav sonuçlarına bakacak olursak Türkiye’de eğitimde büyük bir gerileme söz konusu. Ancak reform yapılmakta olduğuna dair iddialar hala pişkince havalarda uçuşuyor.

2006’da yapılan PİSA Sınavı’nda Türkiye 57 ülke arasında ancak 46. olabildi. Sonuncu ile arasında sadece 12 ülke vardı. Üçüncü Dünya ülkeleri sınavlara katılma kararı aldıkça Türkiye son sıralardan orta sıralara doğru yol alıyor. Türkiye 2006 sınavında OECD ülkeleri arasında ancak Meksika’yı geçebildi ve sondan bir önceki sırayı aldı. Bu sınavda, Uzakdoğu ülkelerinin geçmiş sınavlardan edindikleri tecrübelerle eğitim programlarında önemli iyileştirmeler yapmış olmalılar ki ilk 8’de 6 Uzakdoğu ülkesi yer aldı. Bunların üçü Çinli (Hong Kong, Macao ve Tayvan). Finlandiya, sınavın bütün dallarında birinci değilse ikinci ve toplamda birincilik yine Finlandiya’nın. Demek ki sınav sonuçlarından gerekli dersleri çıkararak kısa zamanda atılım yapmak mümkünmüş.

Üç yılda bir yapılan ve sadece 15 yaşındaki öğrencilere uygulanan söz konusu sınavların her biri farklı bir ana konuyu temel alarak hazırlanıyor. Okuma Becerileri, Matematik ve Fen Bilgisi ana konularından her biri döngüsel olarak her sınavda temel alınarak öne çıkartılıyor. 2003 sınavında matematik temel alınmıştı. 2006’da fen bilgisi, 2009 sınavında ise okuma becerileri temel alındı. Okuma becerileri soruları çeşitli ölçme guruplarında hazırlandı. Bilgiye Ulaşma ve Bilgiyi Hatırlama, Bilgileri Bir Araya Getirme ve Yorumlama, Kendi Düşüncelerini Yansıtma ve Metni Değerlendirme, Akıcı Metinler, Bağımsız Metinler, Matematik Okuryazarlığı, Fen Okuryazarlığı dallarında sorular verildi. Bütün bu alt guruplarda ilk dört belli: Çin-Şankay, Kore, Finlandiya, Hong Kong. Dikkat edilirse üçü Uzakdoğu, Avrupa’yı Finlandiya temsil ediyor. Anlaşılan o ki, soruyu nasıl sorarsanız sorun, hangi dala ağırlık verirseniz verin, Finli öğrenciler altından kalkıyor ve ön sırayı kaptırmıyor. Türk öğrencilerin sınavda aldığı dereceler 34 ila 44 arasında değişiyor. Matematik Okuryazarlığında derecemiz 44.’lük. Yine aynı sınavdaki sonuçlara dayanılarak hazırlanan tablolarda okumaya duyulan ilgi ölçeğinde derecemiz 51 ila 61 arasında değişiyor.

Üçer yıl arayla yapılan ilk üç sınavdan sonra Uzakdoğu ülkeleri eğitimlerine daha da çeki düzen vermiş olacaklar ki PİSA 2012’de bütün dallarda ilk sıralarda Uzakdoğu ülkelerini görüyoruz. Matematik dalında ilk 7 ülkenin tamamı Uzakdoğu’dan. Sırasıyla Şankay (Çin), Hong Kong (Çin), Tayvan (Çin), Kore, Makau (Çin) ve Japonya. Okuma dalında da ilk beş Uzakdoğu’dan. Fen bilgisinde de ilk dört Uzakdoğu’dan. Finlandiya birincilikler Uzakdoğu ülkelerine kaptırmış ama adı geçen ülkelerin hemen ardından geliyor ve yine OECD ülkeleri arasında birincilik onda. Türkiye ise gerilemiş. Matematik dalında 44., Fen Bilgisinde 43. ve okuma dalında ise 42. olmuş. 2009 yılında yapılan sınava giren ülke sayısı 74 iken 2012’de 65 ülke katılmış ama Türkiye daha geri sıralara düşmüş.

PİSA anlayışında okuryazarlık kavramı, okumak ve yazmak fiillerinin ifade ettiği dar anlamdan çok daha kapsamlı olarak tanımlanmıştır. Buna göre okuryazarlık, öğrencilerin bilgilerini, günlük hayatta kullanmak, mantıksal çıkarımlar yapmak, çeşitli durumlarla ilgili problemleri yorumlamak ve çözmek için öğrendiklerinden çıkarımlar yapma kapasitesi demektir. Okuryazarlık, bilgiyi anlamaya, sentezlemeye ve iletmeye yarayan araç anlamındadır. PİSA ile ilgili tanımlarda geçen “okuma becerileri okuryazarlığı terimi, “okumanın etkin bir şekilde belirli bir amaca ve göreve yönelik gerçekleştirilmesi” anlamındadır.

PİSA kurmayları, matematik bilgisi deyince ne anlaşılması gerektiğini de tanımlamışlar. Buna göre matematik eğitimi, “matematiğin önemini tanımlama ve anlama, sağlam temellere dayanan yargılara varma, yapıcı, ilgili ve duyarlı bir vatandaş olarak kendi ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde matematikle ilgilenme ve matematiği kullanma konularında bireyin kapasitesini geliştirmek” görevini yüklenmelidir. Demek ki Adana, Bursa, Ceyhan, Denizli diye işaretlemeden önce epeyce düşünmek gerek. Kanaatimize göre, ülkemizin uluslararası PİSA testlerinde başarısız olmasının nedeni, cevaplar arasında doğru şıkkı işaretlemeye indirgenmiş kısır bir eğitim uygulamasıdır. Oysa düşünen, problem çözen, birkaç hamle ötesini görebilen nesil yetiştirmeyi hedeflemeliydik. Nitekim PİSA Testleri, öğrencilerin “hayatta karşılaştıkları durumlar karşısında edindikleri bilimsel bilgileri kullanma yeterliliği”ni de ölçmektedir. Fen bilgisi soruları söz konusu yeterliliği ölçme amaçlı olarak, gerçek hayatta karşılaşılan sorunlardan yola çıkılarak hazırlanmıştır. Genel bir çerçevede ifade edecek olursak, PİSA Sınavı’nın amacı, öğrencilerin hayatları boyunca karşılaşacakları zorlukların üstesinden gelmeye ne derece hazır olduklarını, fikirlerini ne kadar etkili bir şekilde ifade edebildiklerini, matematiği işe koşabilme ve yorumlayabilme kapasitesinin ne kadar olduğunu, hayatın dayattığı sorunlar karşısında analiz yapıp doğru sonuçlara ulaşma yeteneklerini ölçmektir.

Görüldüğü gibi, Türkiye bütün sınavlarda son sıralarda yer almıştır. Oysa iktidar, her fırsatta Türkiye’nin 2023 yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmesinden söz ediyor.

PİSA 2012 sonuçlarını yorumlayacak olursak, demek ki Kore’nin yakın gelecekte ilk yedi büyük ekonomi arasında yer alması beklentisi tutarlı, buna karşılık Türkiye’nin ilk 10’a girmesi tutarlı değil. Çünkü eğitim düzeyi epey gerilerde. Türkiye’nin söz konusu geriliği 2003 PİSA sınavından beri her sınavda görülüyor. Son olarak da 2015’de yapılan sınavda görüldü. Geçen 12 yılda Türkiye hiçbir tedbir ve iyileştirme düşünmemiş. PİSA sınavları başlayalı beri Türkiye tablodaki yerini düzelterek üst sıralara çıkamamış.

Burada üzerinde durmak istediğimiz bir Avrupa ülkesi var: FİNLANDİYA.

Finlandiyalı öğrenciler bütün sınavlarda ön sıralarda yer alıyor. 2000 yılında yapılan sınavın da açık ara birincisi olan Finlandiya, Japonya ve Kore ile ilk üç sırayı paylaşmışlar. 2009 sınavlarında üçüncü olmuş, 2012 sınavlarında ise beşinci olmuş. Her sınavda Finlandiya’nın ilk sıralarda yer bulması, başarılarının rastlantısal olmadığını kanıtlıyor. Bunun kültürel bir arka planı var. Tablolarda görülen bu durum bize Atatürk’ün bütün gençlerimizin okumasını istediği “Akzambaklar Ülkesi: Finlandiya”, adlı kitabı aklımıza getirdi. Adı geçen eser 1923’de yayınlanmış. Atatürk bu eseri Türkçeye çevirtmiş ve önce etrafındaki herkesin okumasını sağlamış. Yazar o günlerdeki gözlemlerini ilk sayfalarda bakınız nasıl anlatmaya başlıyor:

“Bu ülke Avrupa’nın tam kuzeyindedir. İklimi serttir: Çok yağmur yağar orada, sürekli sis vardır, ilkbaharda bile don olur, yaz ağustosun sonunda başlar. Toprak verimsizdir: Her yer ya çıplak kaya, granittir, ya da vıcık vıcık bataklık. Yer altı zenginliği hemen hiç yoktur. Toprak büyük güçlüklerle işlenir… Finlandiya’dır bu ülkenin adı. Finlerin ülkesi… Birçok kentinde sokaklarda dolaşırken topraktan çıkmış çıplak kayalarla karşılaşırsınız. Helsinki’nin bu çıplak tepeciklerini gören kişi Finlandiyalıların ne büyük çabalar harcadıklarını anlar… Taşların üzerine getirip verimli toprak sermişlerdir, ağaçlar çiçekler dikmişlerdir… Finliler, ‘bize bataklıklar, kayalar düştü, oraları bir kültür ülkesine çevirdik’, derler… Bütün bunları yaklaşık üç milyonluk bir halk; iki milyon üç yüz bin Fin, dört yüz bin İsveçli gibi küçücük bir halk yaptı. … Suomi’yi gören insan kıskanabilir de. Ülkede her şey küçük ölçektedir. Kentler de küçüktür, bölgelerin gelirleri de. Ama konfor, bayındırlık büyüktür…”

Finlandiya kalkınması dendiğinde Fin aydınlarının önde gelen temsilcisi Yuhan Wilhelm Snelman (1806-1881) akla gelir. Atatürk’ün doğduğu yıl ölen Snelman, köy köy, kasaba kasaba gezip halkı aydınlatmaya çalışan bir idealisttir. Söz konusu kitapta yer alan konuşmalarından birkaç satırı buraya aktaralım:

“Aydın sınıftan olmak devlet resmî giysisini giymek veya boynunda kolalı yakalık, başında şapka olmak demek değildir. Aydın olmak demek halkın beyni olmak demektir. Halk sizi öğrenim görüp yüksek maaş alasınız, akşamları restoranlarda yemek yiyesiniz, okuma salonu denilen yerlerde iskambil veya domino oynayasınız diye yetiştirmedi. O durumda aydın olamazsınız, olsanız olsanız aydın müsveddesi olursunuz. Halkın aklını, iradesini, enerjisini, vicdanını uyandırmaktır sizin göreviniz. Halkı bilinçlendirmelisiniz… halkı… köylüleri, işçileri, toplumun alt tabakalarını eğitmeli, onlara daha iyi nasıl yaşayacaklarını, ülkede yaşam düzeyini nasıl yükseltebileceklerini öğretmelisiniz… Suomi’mizin büyük bir aile olduğunu, yoksul bir oduncunun da, herhangi bir işçinin de, dul bir çamaşırcı kadının da küçük kardeşleriniz olduğunu unutmayın. Sizin göreviniz onları eğitmektir. Onları köklü kültür sahibi uluslar ailesine sokmaktır.”

İdealist Snelman, kışın kızaklarla, ilkbahar ve yazın kayıkla, hatta yayan, Finlandiya’nın her bölgesini dolaşıyordu. Bir keresinde papazlar toplantısına gitti ve onlara şöyle hitap etti:

“Saygıdeğer papazlar, kilise görevlileri!

Bir dost, Kilisenin bir evladı, dinine bağlı bir insan olarak sizlerden bir ricam var:

Halkımızın gerçek yol göstereni olun!

Papazlar kilise memurları değildirler. Görevleri yalnızca ayinleri yönetmek değildir. Peygamberler halka en önce temiz, dürüst, adil olmayı öğütlemiştir. İnsanlara vicdanının uyanmasını, yakınlarını sevmesini… nasıl iyi şeyler yapabileceklerini öğretmiştir; hayvandan farksız, canavar ruhlu insanların nasıl dinine bağlı insanlar yapılabileceğini… Halka dinin gerçeklerini anlatın. O sıkıcı, iğrenç papaz konuşmalarıyla halkı sıkmayın. Peygamber şimdi Suomi’ye gelse halkla nasıl konuşacaksa öyle konuşun halkla.

Papazlar, İsa’nın adamları!

İki milyonluk Suomi halkı adına rica ediyorum sizden: Kalın ölü toprağı üzerinizden silkeleyip atın, halka peygamberimizin gerçeklerini anlatın. Yaşlıları çocukları uyandırın. Gençlerde, büyüklerde canlı irade gücünü geliştirin…”

[youtube https://www.youtube.com/watch?v=t6d7R0GxKME&w=854&h=480]

Günümüzde PİSA Sınavı’nda başa güreşen Fin gençlerinin yetiştirilmesi için doksan yıl önce nasıl, hangi idealist duygularla yola çıkıldığını bu satırlar özetliyordur herhalde.

Çin’in başarısını da kısaca değerlendirelim.

Çin, günümüzde dünya liderliğine oynuyor. PİSA sınavlarının şimdiye kadar bütün sonuçları Çin’in dünya liderliğinin mümkün olduğunu, bu hedefin ya da beklentinin tutarsız olmadığını onaylıyor. Aşağıdaki fotoğraf, Pekin’de bir kütüphanenin önünde sabahın erken saatlerinde çekilmiş. Görüldüğü gibi, Çin’de kütüphaneye girebilmek ve bir sandalye kapabilmek büyük sorun olmalı ki öğrenciler açılış saatini beklerken alanda uzun kuyruklar oluşturmuş. Çin’in eğitim ilkelerine biraz sonra, yeri geldiğinde yine döneceğiz.

İktidar kanadı eğitim sistemimizle yakından ilgiliymiş gibi demeçler veriyor.  Muhalefet kanadı ise sorunu özüyle ilgili dişe dokunur bir görüş öne sürmüyor. Eğitim sistemi üzerinde süren tartışmalara eğitimin süresiyle ilgili tartışmalar hâkim oldu. Sekiz yıl kesintisiz eğitim mi olsun, 4+4 mü olsun, 5+3 mü olsun, dershaneler kapatılsın ya da kapatılmasın, imam-hatip okullarına yönlendirme gibi tartışmalar sorunun çözümü olacak iddiasıyla merkezde yer bulan tartışma konuları olarak medya gündeminde manşetlerden inmiyor. Oysa sorunun kaynağı ve çözüm bu tartışmaların çok uzağında. İktidar reform cilasını kullanarak bir şeyler yapıyor ama sözde reformları eğitim kalitesini yükseltecek içerikten yoksun. Yok, efendim her öğrenciye bilgisayar, her öğrenciye tablet vereceğiz diye ekran karşısında konuşmalar yaparken bir de öğrendik ki meğerse bir milyondan fazla öğrencimiz matematik sorularına elini sürmemiş. Gerçeğin ortaya çıkmasından sonra konunun üzerinde neredeyse hiç durulmamasına, hatta facianın gözden kaçırılmasına bakılırsa, gelecek yıllarda eğitim sorunumuz daha da büyüyecek gibi durmaktadır.

Konuşmamızda şu ana kadar söze girerken sınav sonuçları üzerinden sorunu mukayeseli bir zeminde iyice tanımlamaya çalıştık ve vahameti anlamaya yarayan itiraza yer bırakmayacak kadar açık sayısal verileri öne çıkardık. Makalemizin bundan sonraki kısmında eğitimin içini layıkıyla doldurmak adına yapılması gerekenlere kısa kısa değineceğiz.

Bu satırların yazarı, devletimizin sağladığı imkânlar sayesinde hasbelkader Türkiye’de en üst düzeyde eğitim alma fırsatı yakalamış kişilerden biridir. Birkaç yıl devlet memurluğu yapmış ve ardından da Deniz Harp Okulu’nda öğretim görevlisi olarak askerliğini yapmış ve daha sonra dünyaya açılmış, dünya çapında birçok deneyim yaşamış, başka ülkelerin eğitim sistemleriyle ülkemizin sistemini kıyas zemini bulmuştur. Halen de dünyada bilim ve teknoloji alanındaki araştırmaları ve gelişmeleri yakından izlemektedir. Türk insanının bu tür çabaların içinde pek bir yerinin bulunmadığı herkesin bildiği bir gerçektir. Durumun daha uzun yıllar sürmesi tehlikesi ve hatta son zamanlarda ortaya çıkan örneklerden açıkça görüldüğü gibi, daha bile geriye düşme durumu gözlenmektedir. Bize göre, bu hal düpedüz bir milli güvenlik sorunu halini almıştır.  Sadece bilim insanı yetiştirmek için değil, araştıran, sorgulayan, keşfeden, yerine göre kendini dahi eleştirmesini bilen ve böylece kendisi olarak yaşamaya azimli bir nesil, bir millet yetiştirmek gibi büyük bir görev eğitim camiasının önünde durmaktadır. Görevin yerine getirilmesi için topyekûn seferberlik gerekmektedir. Ama ortada sorunu doğru yerinden kavramış yetkili görünmüyor. Muhalefet cephesinden de esaslı bir görüş, vahameti duyuran bir ses duyulmuyor. Herkes kendi köşesinde kendi çapında iktidar gibi duruyor. Eğitimcilerin sendikalarının durumu da aynı. Sorunun suçlusu da yok, sahibi de yok.

ON TEMEL İLKE

                           OKUMAK ZİHNİ SADECE BİLGİ MALZEMESİYLE DOLDURUR.                             OKUDUĞUMUZU BİZE MAL EDEN DÜŞÜNMEDİR.

JOHN LOCKE

Eğitim reformunun on temel ilke doğrultusunda biçimlendirilmesi gerekir. Aksi halde, ülkemizi güvenli bir geleceğe taşıyabilecek nitelikli insan yetiştirmek mümkün değildir. Konuyu derinlemesine kavramak ve kavratmak bakımında başka ilkeler de öne sürülebilir. Sadece bu on ilke önemlidir, başka ilke öne sürmeye gerek yoktur, şeklinde bir tutum da doğru olmaz. Elbette ki aşağıda sıraladığımız ilkelerden bağımsız başka ilkeler öne sürenler olabilir. Onları da dinlemeye hazır olduğumuzu belirterek ilkelerimizi sıralayalım.

Bunlar tartışılmalıdır falan diyerek topu taca atmayalım. Ayrıca “siz eğitim uzmanı mısınız da bu konuda konuşabiliyorsunuz” diyenler olabileceğini hesap ederek peşin peşin cevap vermek istiyorum. Albert Einstein, “problemleri onları üreten kafalarla çözemeyiz”, demişti. Eğitim kadroları bu manzaranın sorumluluğunu taşıyorsa, çözüm için dışarıdan müdahale zorunlu bir hal alır. Yetkili olmak ehliyet sahibi olmak demek değildir. Yetki, ehliyet sahibi olanlara verilmelidir.

Eğitim reformu çalışmaları aşağıdaki temel ilkelerin önemini kavrayabilen ve bu alanlarda katkıda bulunabilecek ehil kimselere teslim edilmelidir. Söz konusu temel ilkeleri teker teker şöyle özetleyebiliriz:

BİRİNCİ İLKE

MATEMATİKLE UĞRAŞMAK ÇOK SIKI KURALLARI OLAN DİLBİLGİSİ ALIŞTIRMALARI YAPMAYA BENZER.

DAVİD RUELLA, Raslantı ve Kaos adlı eserinden

 

İYİ MATEMATİK BİLMEYEN TOPLUMLARDA ADALET YOKTUR.

JOHN NASH

MATEMATİK VE TÜRKÇE

Matematik ve Türkçe eğitimi dal ayrımı yapılmaksızın bütün öğrencilere olabildiğince kapsamlı olarak verilmelidir. Çünkü Türkçe de matematik de aslında aynı şeyin iki cephesidir. Bin yıl önce matematik bilmeyenler medresede hiçbir konuda ders veremezdi. Büyük matematikçiler bu gerçekten yola çıkarak, matematiği mantığın şiiri olarak nitelerler. Matematik eğitimi, düşünmeye hazırlanan beyinleri formatlama sanatıdır. Ancak matematik bilenler, yani doğru formatlanmış beyinler Türkçemizi en doğru şekilde kullanabilir. Her ne düşünüyorsak, bunu apaçık bir netlikte ifade edebilmenin incelikleri matematikte saklıdır. Sadece iyi fizikçi olmak için değil, iyi edebiyatçı olmak için de matematik gerekir. İyi edebiyatçılarda ileri düzeyde mantık bilgisi ve mantığı doğru ve yerinde kullanma becerisi vardır. Matematik eğitimi almış bir beyin bulanık konuşmalar yapmaz, muğlâk ifadeler kullanmaz. Bunu ona kazandıran matematik eğitimidir. Masal bile anlatsalar, ifade gücünü mantık sayesinde kazanmışlardır. Edebiyat, beynimizde oluşan düşünce bulutlarını başkalarına dil aracılığıyla aktararak aynı bulutları onlarda da oluşturabilme sanatıdır. Hem düşünceyi başkalarına aktarabilmek hem de başkalarını anlayabilmek için matematik gereklidir. Eski çağlarda matematik bugünkü gibi simgelerle yapılmazdı. Mantığın yol göstericiliğinde arı ve duru ifade gücüyle yapılırdı.

Batı dünyasının bugünkü düzeye çıkmasının arkasında yatan iki temel etkenden birincisi matematik öğrenmek ve matematikle ilgilenen insan sayısındaki büyük artıştır. İkincisi ise bilim dili olduğu o zamanlar öne sürülen Latincenin terk edilip, anadilde eserler yayınlamak ve anadilde bilim yapmaktır. Anadilde eser verme önce İtalya’da Dante ve Marko Polo Seyahatnamesi ile ve daha sonra Fransa’da, ardından Almanya’da ve İngiltere’de ortaya çıktı. O zamana kadar Almanlar, kendi dilleriyle bilim yapılamayacağını düşünüyordu, İngiliz aristokratları Fransızca konuşuyordu, kiliseye bağlı üniversite Latinceden başka bir dilde bilim yapılmasının karşısındaydı, anadile olan ilginin artmasını dine ihanet olarak görüyordu. Ama bütün engeller aşıldı ve nitelikli bilgi kendi anadilinden başka bir dil bilmeyen halk katına ulaştı. Avrupa’da bilim ve teknolojide atılım bilgi halka ulaşınca yükselişe geçti. Bir başka deyişle, Rönesans’ı mümkün kılan iki etkenden birincisi matematik ve ikincisi ise ana dilde kaleme alınmış eserlerin yaygınlaşmasıdır. Bu konuyu önemine binaen “Uygarlığa Giden Yol” adlı kitabımızda kapsamlı olarak inceledik.

İKİNCİ İLKE

PROBLEMLERİ ONLARI ÜRETEN KAFALARLA ÇÖZEMEYİZ.

ALBERT EİNSTEİN

BİREY GERÇEĞİ NE KADAR ÇOK ÖZÜMSERSE, BULUŞ YAPMA POTANSİYELİ DE O KADAR BÜYÜK OLACAKTIR.

                                                   EDWARD SHLESİNGER, Buluş Nasıl Yapılır? Adlı eserinden

FEN DERSLERİ

Fizik, kimya, biyoloji gibi fen dersleri, bilim tarihi üzerinden, bilim ve teknoloji alanındaki aşamaları takip ederek, -bir zincir reaksiyon gibi- ortaya çıkan gelişmeleri sırasıyla ele alan dersler halinde yürütülmelidir. Bilim dünyasında kullanılan matematik diliyle yazılmış formüllerin ezberletilmesi bilimsel eğitim demek değildir. Söz konusu formüllerin ilk kez nasıl ortaya çıktığı, nasıl geliştiği ve bugünkü haline nasıl geldiği, teknolojiye nasıl aktarılabildiği de anlatılmalıdır. Bilim tarihi üzerinden eğitim, öğrencinin bilim insanları büyük ailesine dahil edilmesi demektir. Bu şekilde eğitilmiş genç beyinler, bilimin ufuk çizgisine gözleri kamaşmadan bakabilirler ve daha ileri taşımak için yeni yollar bulabilirler.

Bilimsel araştırmanın doğasını anlayabilmek için gelişme çizgisini iyi anlamak gerekir. Alman dilbilimci Walter Porzig, “Dil Denen Mucize” adlı eserinde şöyle diyor:

“Her bilim, birisinin çıkıp her gün karşılaşılan ve olağan bir şeye şaşmasıyla başlar. Cisimler tutulmayınca neden yere düşer? Ağaçlar niçin yeşildir? İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler neden kendilerini doğuranlara çoğu kere o kadar benzer ve onlardan yine de tamamen farklıdır? Böyle sorulara cevap bulma denemeleri, ya yepyeni bilimlere yol açmış ya da mevcut bilimleri yepyeni yollara sevk etmiştir.”

Ve ekler:

“Elbette ki sadece şaşmakla bitmez bu iş. Soruyu soran, ‘Tanrı öyle yapmış’ veya ‘eski çağlarda tesadüfî bir olay, bütün çağlar için geçerli örneği oluşturmuştur’, cinsinden cevaplarla kolayca tatmin olursa veya ‘böyle sorular sormak günahtır, suçtur’ ya da ‘insan aklı bunları kavrayamaz’ cinsinden ihtarlar karşısında ürkerse, sonuç şu olur, bu olur, ama ortaya bilim çıkmaz. Bilim ancak insanlar realitedeki (dış gerçekteki) görüntülere, korku ve saygı yüzünden engellenmeksizin, onlarla pratik gayeleri düşünmeden uğraşacak kadar büyük ilgi duyarlarsa ortaya çıkar.”

Bu satırlarda ifade edilen manayı derinden anlamak için bilim tarihi çalışmak gerekir. Fen derslerini bilim tarihi üzerinden yürütebilmek için gerekli ders kitapları hızla hazırlanmalıdır.

Öğrenci; büyük bilimsel deneylerin nasıl tasarlandığını, nasıl bir ilham sürecinden yola çıkıldığını, deney sonuçlarının nasıl yorumlandığını, sonuçlar üzerinde yapılan tartışmaları, büyük başarılara imza atmış düşünürlerin de hata yapabildiğini, hata yapmanın onur kırıcı olmadığını, bilimin, bir düşünürün bir başka düşünürün hatasını bularak ilerlediğini ama kendisinin de kendinden sonra gelenlerin düzeltmesi gereken hatalar yapabileceğini, bilim tarihinin kuramlar mezarlığı gibi olduğunu anlaması, iyi niyetini koruduğu takdirde hata yapmaktan korkmaması gerektiğini öğrenmelidir.

Birçok bilimsel atılım rastlantıyla ortaya çıkmıştır. Ancak rastlantıları değerlendirebilmek, aniden ortaya çıkan fırsatı hemen yakalayacak derecede iyi eğitilmiş beyinlerin hakkı olduğunu da bilmek gerekir. İnsanlık tarihinin akışını değiştiren Louis Pastör (1822-1895), tıp alanında en büyük atılımlardan olan aşıyı böyle bulmuştur ve şu ünlü söz ona aittir:

“Talih, ancak siz hazırsanız yardım eder.”

Robert Koch (1843-1910), hastalıklara mikroorganizmaların yol açtığını bulan, bilim tarihine altın harflerle geçmiş olan bir bilgindir. Ne var ki Louis Pastör’ün aşıyı bulmasını yanlış değerlendirmiş, buluşunu reddetmiş, hatta onu sahtekârlıkla suçlamıştır. Pastör’ün geliştirdiği ve üreterek pazarladığı tavuk aşılarının Almanya’ya girmesine bile engel olmuştur. Alman tavuk yetiştiricileri Pastör’ün üreterek pazarladığı aşıları çekinmeden kullanmakta olan İngiliz ve Fransız rakipleri karşısında gerilemekte olmaları üzerine harekete geçmişler ve Koch’un çıkardığı yasal engeli kaldırtmışlar, aşıyı ithal ederek tavuklara uygulayabilmişlerdir. Buna rağmen kabul etmek gerekir ki, Koch da insanlığın ufkunu açan bilgindir; Pastör de. O günlerde tartışmalar ne şekilde seyretmişse etmiştir. Bugünkü parlak sonucun o tartışmaların eseri olduğunu biliyoruz.

Mikroorganizmaların varlığı ilk keşfeden kişi Danimarkalı Leeuwenhoek(1632-1723)’tur. Zamanını meyhanede öldürmek istemeyen meraklı bir insandı. Latince bilmezdi. Doksan yıllık ömründe ülkesi dışına sadece iki kez çıkmışlığı vardı. Tekstil işiyle uğraşırdı ve kumaşların atkı ve çözgüsünü saydığı bir büyüteci vardı. Optik biliminden habersiz olan bu kişi ilk mikroskobu yapan kişidir ve bir damla göl suyunun içinde mikroorganizmaların binlercesinin yaşadığını keşfetmiş, gördüklerinin resimlerini çizmiş, gözlemlerini yazıya dökmüş ama kendisiyle alay edilmiştir. Kendisiyle dalga geçenleri bugün kimse hatırlamıyor ama o, hakkında söylenenlere aldırış etmeden araştırmalarını sürdürmesi sayesinde bilim tarihindeki unutulmaz yerini aldı.

Örnekleri çoğaltabiliriz ama meramımızı örnekler üzerinde yeterince anlattığımızı düşünüyoruz. Kısaca ifade edecek olursak, bilimsel çabaların ne kadar insanca olduğunu anlamamız, cesaret ve istekle katılmak için gerekli bir başlangıçtır.

Büyük bilimsel atılımlara öncü olmuş ünlü düşünürlerin birer dahi olarak nitelenmesi, abartıyla kaleme alınmış metinlerde tasvir edilen dehayı kendinde göremeyen gençleri, bilimsel çalışmaların sadece seyircisi haline dönüştürmekte, bu alanda çabalara girişmekten caydırmaktadır. Oysa Einstein bir kütüphane memurudur ve ilgi duyduğu konularda çok kitap okuması sayesinde ünlü kuramını ortaya koymuştur. Onun kitap peşinde koşmasına gerek yoktu; çünkü yeni kitaplar postayla masasına kadar geliyor, o sadece ilgi duyduklarını seçip okuyordu. Newton ise bir kabalacıydı; Tevrat içinde gizlendiğine inandığı, geleceğe dair sözde bilgiler içeren şifreleri çözmeye çalışırdı. Bu konuda tuttuğu notlar, büyük bilimsel atılımına dair yazdıklarından onlarca kat fazladır. Newton, Francis Bacon ve René Descartes ile birlikte bilimin temel mantığını ortaya koymakla payelendirilir. Ne var ki, “iki şey arasında benzerlik bulunması, söz konusu iki şey arasında bir ilişki bulunduğunu öne sürmeye yetmeyeceğini, bir ilişkinin varlığını öne sürebilmek için başka kanıt ya da kanıtlara ihtiyaç olduğunu” düşünebilmiş görünmüyor.

Elektrik bilimine büyük atılım yaptıran Faraday, ciltçi çırağı idi. On üç yaşına geldiğinde zar zor okuyabiliyordu. Üstelik okulundan ayrılmak zorunda kalmıştı. Sokaklarda aylak aylak dolaşmaktayken, demircilik yapan babası onu ciltçiye çırak olarak ermişti. Okumayı cilt atölyesinde söktüğü söylenir. Elektrik motorunun bulunmasına yol açan ünlü deneyini her gün deliler gibi kitap okumasına borçludur. “Tanrının gücünü kavramak için elektriğin sırrını çözmek lazım”, derdi ve bu amaçla elektrik üzerine yoğunlaşmıştı; çünkü elektrik görünmez ve anlaşılmaz bir şey olmaya devam ettiği takdirde “Tanrının sonsuz gücü ve Tanrısal yapısı”nı doğru olarak anlayabilmek mümkün olmayacaktı. Onu bilim tarihine altın harflerle yazdıran, ciltlenmek üzere önüne gelen kitapları ciltlemekle kalmayarak okuması sayesinde kazandığı düşünce gücüdür.

Örneklerde sergilemeye çalıştığımız gibi gençlerimizin bilimsel çabalara katkıda bulunması için önce merak uyanması sonra katkıda bulunma arzusu doğması gerekir. Bilim tarihi çalışmak bu duyguyu geliştirmek için çok önemli bir imkândır.

Bilim tarihi incelemiş olanlar, hayal gücünün değerini de anlarlar. Bu konuda da yüz yıl önceki tezleri (1916) yüz yıl sonra kanıtlanmış olan (2016) Einstein’dan destek alalım. Şöyle diyor Einstein:

“Mantıklı düşünce kişiyi A noktasından B noktasına götürür. Hayal gücü ise her yere.”

Hayallerin tutarlı bir temeli olması ve hayallerden güç alabilmek için yıllarca süren ısrarlı okuma alışkanlığı kazanmak gerektiğinin de vurgulamış olalım. Gazların sıvılaştırılması üzerinde yaptığı bilimsel çalışmalarıyla tanınan ve bildiğimiz termosun mucidi olan İskoç fizikçi James Dewar (1842-1923) konunun önemini şöyle vurgulamış:

“ Beyin bir paraşüt gibidir, sadece açık olduğunda iyi çalışır.”

Demek ki gençlerin beynini bir paraşüt gibi açık hale getiren bir eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Eğitim sisteminde böyle bir ilke olması olmazsa olmaz şartlardan biridir.

Öğrencinin, metal hurufatla basılarak önüne konmuş yazıların başka insanların eseri olduğunu, bazen tamamen yanlış, hatta kasıtlı bir aldatmaca veya kısmen hatalı bir çalışma olabileceğini peşinen bilmesi gerekir. Ancak bu sayededir ki sorgulayıcı bir zihin yapısı kazanabilir. PİSA sınavlarında öğrencilerimizin son sıralardan kurtulamamasına, büyük ölçüde eğitimlerinde sorgulayıcılığın göz ardı edilmesi ve sorgulama konusunda yeterince antrenmanlı olmamalarının neden olduğunu düşünüyoruz.

Fen eğitimi verilen bütün öğrenciler, insanlığın kaderini değiştiren büyük bilimsel deneyleri bizzat tekrarlamalıdır. Bu konu da olmazsa olmaz bir şarttır. Sayıları 30-40’ı geçmeyen bilimin ufkunu açan temel deneyleri bizzat yapmanın tatmin edici sonuç doğuracağını düşünüyoruz. Eğer öğrenci böyle bir ortamı soluyarak yetiştirilirse ancak o zaman kendisinin de insanlığa önemli katkılar sağlayabileceğini düşünmeye başlayabilir. Bunun için temel bilim eğitimi için kapsamlı laboratuvarlar kurulmalıdır.

Gözlem yapmanın sistematiğini, inceliklerini ve önemini anlatmak için ünlü bir temel deney vardır. Adı mum deneyidir. Bu deney için öğrenciye bir mum, bir kibrit, kâğıt ve kalem veriyorsunuz; mumu yaktırdıktan sonra şöyle soruyorsunuz: Ne görüyorsanız önünüzdeki kâğıda madde madde yazın. Yanmakta olan bir mumda ne görülebilir ki diye aklınızdan geçirerek soruyu küçümsemeyin sakın. Çıplak gözle yapılan gözlemde 50 dolayında farklı özelliğin göze çarpması beklenir. Bu deneyi yapmak için bakkaldan mum almanız yeterlidir.

Eğer sonuçta yine bir sıralama sınavı yapılacaksa, öğrenci laboratuvarda bizzat yaptığı bütün deneylerden soru çıkacağından emin olarak çalışmalıdır. Unutulmamalıdır ki, deney yapmak, beş duyuyla eğitim demektir. Ezbere dayalı eğitimden geçirilenlerin hayatının sonuna kadar kendilerini güdüleyen birilerine ihtiyacı olur. İnsanları kendi çıkarları doğrultusunda güdülemeye çalışan ve bu işte küresel çapta büyük mesafe almış güç odakları olduğunu bilmeyen yoktur. Söz konusu odakların emelini boşa çıkarmak için ve dünyaya alternatifler sunabilecek nesiller yetiştirmek için doğru yapılandırılmış eğitim sistemine ihtiyacımız vardır. Bu konu Türkiye’mizin olmazsa olmazıdır. Birinci dereceden stratejik önem taşır.

Fen eğitiminin bilim tarihi üzerinden ve laboratuvar ortamında layıkıyla yerine getirilebilmesi için iki konuda esaslı yatırım yapmak gerekir. Birincisi her öğrencinin bizzat deney yapabileceği kapsamlı bir laboratuvar ve ikincisi tarihe geçen ünlü deneyleri yapmak için gerekli deney düzenekleri (deney kitleri). Demek ki bu işin finansmanı sorunu da var. Bu konudaki görüşümüzü makalemizin üçüncü ayağında bildireceğiz.

ÜÇÜNCÜ İLKE

DİL BİR MİLLETİN ŞEREFİDİR. ANCAK ŞEREFİNİ KORUYAN MİLLETLER DÜNYADA CİDDİYE ALINIR. DİL OLMAZSA KÜLTÜR, KÜLTÜR OLMAZSA KİMLİK, KİMLİK OLMAZSA HAYSİYET ŞEREF OLMAZ.

 OKTAY SİNANOĞLU

 

YABANCI DİL EĞİTİMİ

Üçüncü olarak, kamuoyunda zaman zaman tartışılan yabancı dille eğitim konusuna değineceğiz. Bilimin bütün dallarında eğitim Türkçe olmalıdır. Yabancı dille eğitim ancak sömürge ülkelerinde (ya da geçmişte sömürge olan ülkelerde) görülen bir durumdur. İngilizce bilmeden İngilizce matematik kitabı ya da fizik kitabı üzerinden eğitim nasıl açıklanabilir, anlamak mümkün değildir. Bu yüzden öğrenciler hem İngilizceyi hem de matematiği layıkıyla öğrenememektedir.

Matematiği öğrenemeden İngilizce öğrenilebilir ama o İngilizce hangi işimize yarayacak? Rahmetli Oktay Sinanoğlu’nun eserlerinde yer verilmiş olan güzel bir örnek yardımıyla durumu açıklayabiliriz. Yabancı bir gazeteci Atatürk ile röportaj yaparken şöyle sorar: “Size dahi diyorlar ama siz Fransızcayı dahi çok iyi bilmiyorsunuz.” Atatürk gayet soğukkanlılıkla şöyle cevap verir: “Beyrut’ta hamallar yedi dil bilir.”

Yabancı dil eğitimi dünyayı izlemek ve gelişmelerden günü gününe haber almak için gereklidir. Hangi bilginin peşinde koşacağımızı bilmeksizin yabancı dille eğitim almak demek başkasının yargısını benimsemek için eğitim almak demektir. Türk dilini bilim dili yapmak için bütün zamanını ortaya koyan Oktay Sinanoğlu, savunmasını “Bir milleti köle yapmak istiyorsanız eğitimini yabancılaştırın!” düşüncesinden hareketle yapardı.

Azerbaycanlı milli şairimiz Bahtiyar Vahapzade (1925-2009), “Yabancı Dilde Eğitimin Zararları” adlı makalesine şu cümlelerle başlar:

“Milli şuurun şekillenmesinde ve kişinin kendini kavramasında ana dilde eğitimin önemini ispat etmeye gerek yoktur. Ferdin yetiştirilirken ana dili ile eğitim yapılmasının gerekliliği hakkında dünyanın en büyük filozof ve eğitimcileri cilt cilt kitaplar yazmışlardır. Bunların arasında büyük Rus eğitimcisi K. D. Uşinski’nin Ana Dili (Rodnoe Slovo) adlı kitabı önemlidir. Ana dilimiz uğruna verdiğim 56 yıllık mücadelemde bu kitaba her zaman başvurdum, bana yönelik saldırılarda bu kitabı hep kalkan olarak kullandım. Uşinski şöyle diyor: ‘Eğer çocuğun eğitim aldığı dil, onun atadan gelme milli karakterine yabancıysa, bu dil çocuğun manevi gelişmesine ana dili kadar güçlü etki yapmaz.

Sovyet yönetimi yıllarında, Rusçayı Rus gibi bilmeyenlere iş verilmediği için ebeveynler evlatlarını Rus okullarına veriyorlar, ana dilde eğitim yapan okullarımızın sayısı her yıl biraz daha azalıyordu. Rusça eğitim veren okullarda ise milli şuurdan mahrum, kendini başkalarından hakir gören mankurtlar yetişiyordu. Bu mankurtlar, bugün geçmişin nostaljisi ile yaşayarak kendilerini Bakûlüler (Bakinets) olarak adlandırıyor, Bakû’den Rusların, Ermenilerin, Yahudilerin taşınmasına, onların yerine Karabağ’dan ve Ermenistan’dan taşınan Azerilerin almasına üzülüyorlar, geçmişteki beynelmilel Bakû’yü yitirdikleri için feryat koparıyorlar. Soy kökünden uzaklaşan, dilinden ve dininden ayrı düşenler, bağımsızlığımızı kabul etmiyor, yine gözlerini Moskova’ya çeviriyorlar, çok milletli kozmopolit ve simasız Bakû’yü istiyorlar.”

Bu satırları adeta bizden bir fotoğraf gibi bulduğum ve beni birçok söz söylemekten kurtardığı için seçtim. Türkiye, engin kültürünü günümüzde sergileyebilmek, dilini ve kültürünü koruyarak ve geliştirerek geleceğe yansıtabilmek adına yabancı dille eğitime derhal son vermelidir. Bu politika yabancı dil eğitiminin terk edilmesi anlamına gelmez. Tersine, yabancı dil bilgimizi en üst düzeyde yararlı hale getirebilmek için olabildiğince yüksek bilgi düzeyine erişmek için kendi dilimizde eğitim almak gerekir.

Hiç şüphe yok ki, geleceğe doğru emin adımlar atabilmek için dünyayı takip etmek gerekir ve bunun için de derinlemesine yabancı dil bilmek gerekir. Dünyadaki işe koşulacak bilginin geometrik olarak arttığı ve her 7-8 yılda ikiye katlandığı bir gerçektir. Dolayısıyla, her uzmanlık dalının dünyada olup biten gelişmeleri, deyim yerindeyse, enseden takip etmek gerekir. Uygarlığa Giden Yol adlı kitabımızda Norveç’i bu konuya örnek göstererek öne çıkarmıştık. Bağımsızlığını 1905 yılında kazanan Norveç takriben 5 milyon nüfuslu bir ülkedir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeleri izlemekte en küçük bir gevşeklik göstermeyen Norveç’te, başka uluslardan geri kalmamak ve kendi tarzında oynayarak uluslararası camiada etkin rol almak bir ideolojidir. “Kendimiz olmak” ideolojisi bize de çok yakışır. Batılılara güven duyan ve onlara kendimizi beğendirmeye çalışan bir tutum felaketimizi hazırlar.

Norveç, İkinci Dünya Savaşı’nda 5 yıl Alman işgalinde kalmıştır ve bağımsızlığına tekrar kavuştuğunda söz konusu 5 yıl boyunca dünyayı izleyemediğinden dolayı kaygılanmış ve dünyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri takip etmek ve açığı kapamak için özel bir örgütlenmeye gitmişti. İlgilenenler Norveç modelini adı geçen kitabımızdan izleyebilirler.

Sonuç olarak, kolayca anlaşılacağı gibi yabancı dil eğitimi demek yabancı dilde eğitim demek değildir. Türk üniversitelerinin AR-GE çalışmalarında gerekli performansı gösterememelerinin nedenlerinden birinin akademik çevrelerin yabancı dil düzeyinin yetersiz kalması olduğunu biliyoruz. Çözümü şöyle görüyoruz:

  • Yabancı dil eğitimini üniversitelerdeki Yabancı Diller Okulu gibi ayrı bir çatı altında toplamak lazımdır.
  • Başka ülkelerle karşılıklı öğrenci mübadelesi yaparak bir sömestr ya da iki sömestr öğrenci göndermek için fırsatlar yaratılmalıdır.
  • Üniversite son sınıfta bir ya da birkaç dersi İngilizce (ya da Fransızca, Almanca) olarak almak uygun olabilir.
  • Öğrencilik yıllarında ve mezun olduktan sonra yabancı dilde gazete, dergi ve kitaplar okumak gerekir. Bunun için okul kitaplıklarına gerekli harcamalar yapmaktan kaçınmamalıdır.

Başka ülkelerin önemli üniversiteleriyle paralel çalışmak ve karşılıklı öğrenci mübadelesi yapmak birçok bakımdan faydalıdır. Yabancı dil öğrenmek için en önemli yoldur. Bu arada şunu da ekleyelim ki öğrenilmesi gereken yabancı dil sadece İngilizce Fransızca ve Almanca değildir. Japonca, Çince, Rusça gibi teknolojiye odaklanmış ülkelerin dillerini bilenlerin de aramızda olması gerekir.

DÖRDÜNCÜ İLKE

 EĞİTİM, GERÇEKLERİN ÖĞRETİLMESİ DEĞİLDİR. DÜŞÜNMEK İÇİN AKLIN EĞİTİLMESİDİR.

ALBERT EİNSTEİN

TEKNİK EĞİTİM

Teknik eğitim, demir çelik fabrikaları, petrokimya tesisleri gibi büyük sanayi kuruluşları ortamında ya da Organize Sanayi Bölgeleri ve tersane bölgeleri gibi teknoloji yoğun ortamlarda yapılmalıdır. Tıp fakültelerinin hastaneler bünyesinde olması gibi.

Çok üniversite açmakla, özel üniversiteler aracılığıyla bedeli karşılığında herkese istediği gibi bir diploma vermekle bir yere varmak mümkün değildir. Türkiye’de Mayıs 2015 itibariyle 193 üniversite var. Altı milyon dolayında da üniversite öğrencisi var. Bu sayı Danimarka’nın, Finlandiya’nın ve Norveç’in toplam nüfusundan fazla bir sayıdır.

Düşünceyi eyleme geçirecek yol, düşünce ile el becerisini bir arada geliştirmektir. İnsanlığın ufkunu genişleten bütün öncü büyük adamlar düşüncesini eyleme geçirmesini bilmiş kimselerdir. Düşünen, tasarlayan ve eyleme geçiren nesiller yetiştiren bir eğitim sistemimiz olmalıdır.

Yukarıda PİSA Sınavlarında Çinli öğrencilerin birinciliği kimseye kaptırmadığını, ilk sıraları Şankay, Hong Kong, Macau ve Tayvan gibi Çin bölgelerinden öğrencilerin paylaştığını göstermiştik. Finlerden söz ettiğimiz gibi biraz da Çin eğitim sisteminin sergilediği büyük başarının kökenlerine de eğilelim:

Çin bugün dünyaya kafa tutuyor ve yakın gelecekte Çin’in dünyanın en büyük ekonomisi olması beklentisi var. Çin’in endüstriyel alandaki günümüzdeki başarısı, siyasi alanda birçok ağır hatalı uygulamaya imza atan Mao Zedung’un bir şeyi doğru yapması sayesinde mümkün olmuştur.

Onun sanayileşme stratejisi,

üretici güçleri geliştirmek,

düşünmeye cesaret etmelerini sağlamak,

düşünceyi eyleme geçirme isteği uyandırmak,

Çinli gençlerde Çin toplumunun öz gücüne güven duygusu geliştirmek,

yıllarca hiçbir şey üretmeden toplumun sırtından geçinen üniversite çevrelerini üretkenliği örgütlemek adına baskı altına almak,

 ve onların, merkezinde kendilerinin çöreklendiği kronik statüko

oluşturmalarına engel olmak

gibi parayla, sermayeyle ya da genel geçer ekonomi terimleriyle ifade edilemeyen ilkelere dayanır.

Mao, bu amaçla, işçi-mühendis yetiştiren üniversiteleri büyük sanayi kuruluşlarının ortasına kurmuş, bilimsel araştırmaların Çin’in gerçeğiyle ve ihtiyaçlarıyla bağ kurarak Çin halkının ortak çıkarına göre yönlendirilmesi için küçük, orta ve büyük sanayi tesislerinin üniversiteye yakın durmalarını ve birlikte çalışmalarını öncelikle sağlamıştır.

Çin’le ilgili bildiklerimize “ÇİN/3500 YILIN KÖŞE TAŞLARI” adlı kitabımızda yer verdik. Bunun yanında yine PİSA sınavlarında ön sıralarda gördüğümüz Japonya’nın kalkınmasıyla ilgili bildiklerimizi de “JAPONYA/BİR YÜKSELİŞİN KISA HİKAYESİ” adlı kitaplarımızda inceledik. Bu makalemizde, bu konular üzerinde daha fazla durmayacağız. Teknik eğitimin verimli biçimde yapılabilmesi için karar organında yer alan kimselerin teknoloji tarihini mukayeseli düzeyde bilmesi gerekir.

Türkiye’de on büyük ekonomiden biri olabilmeyi yüksek öğrenimin büyümesine bağlamış bir anlayış var. Nitekim 2011 yılında YÖK başkanlığına atanan Gökhan Çetinsaya, işine üniversitede köklü reformlar yapılacağını ve Amerikan üniversitelerinin model alınacağını söyledi. Adı geçen başkana göre, “Türkiye eğer 10 büyük ekonomiden biri olacaksa bunun için yüksek öğrenimin büyümesi” sürdürülmelidir ve üniversite sayısında artış gurur vericidir. İktidar kanadı, “geldik, 81 vilayetin hepsinde üniversite kurduk,” diye övünüyor ama eğitimin içeriğinden ve derinliğinden söz eden yok. 2016 yılında üniversite sayımız 193 ama bu üniversitelerin çoğunluğunun tabela üniversite olduğunu bilmeyen yok. Tehlike de burada başlıyor. Bu gerçeği dile getiren üniversite içinden gelen kimse yok. Örnek aldıklarını söyledikleri Amerikan üniversitelerinin sistemini kuranlardan biri olan Walter Lippmann, 1920 yılında eğitimin ilkelerini açıklarken şöyle demişti:

“Yalanı ortaya çıkaran bir araca sahip olmayan topluluk özgürlüğüne kavuşamaz.”

Bu sözler üniversiteye yüklenen sorumluluğu ifade etmek için sarf edilmiş sözlerdir. Amerikan modeli esas alınırken bu ilkeye de riayet edilmesini bekleriz.

BEŞİNCİ İLKE

                            OĞUL GEÇMİŞİNİ BİL Kİ GELECEĞİNİ SAĞLAM BASASIN,                         NEREDEN GELDİĞİNİ UNUTMA Kİ NEREYE GİDECEĞİNİ  BİLESİN.

ŞEYH EDEBALİ

 

                                      TARİHİ TEKERRÜRDÜR DİYE TARİF EDİYORLAR.                                        HİÇ İBRET ALINSAYDI, TEKERRÜR MÜ EDERDİ?

Mehmet AKİF

TARİH EĞİTİMİ

Eğitim sistemi üçlü sacayağı üzerine oturtulmalı ve özellikle orta öğrenim düzeyinde dal ayrımı yapılmaksızın bütün dallarda ısrarla uygulanmalıdır.  Söz konusu sacayağı üç temel derstir: Matematik, Türkçe ve Tarih. Matematik ve Türkçenin bütün öğrencilere dal ayrımı yapmaksızın öğretilmesi gereğini BİRİNCİ İLKE olarak yukarıda vurguladık. Bunların yanına tarih derslerini de eklemek gerekir. Öncelikle şunu ifade edelim ki tarih bilgisi,  en azından kendi mesleği açısından fizikçiye de biyologa da gereklidir. İKİNCİ İLKE’de bu görüşü savunduk. Burada sadece şunu eklemekle yetinelim: Eğer araştırmacı kendi mesleğinin tarihinden habersiz ise geçmişte dünyanın bir yerinde yanlış tasarlanmış ve başarısız olmuş bir deney için zaman ve para harcayabilir veya yanlışlığı ispatlanmış bir görüşü savunarak meslek camiasında küçük düşebilir veya tersine, “Amerika’yı yeniden keşfetti”, şeklinde alaylı eleştirilere muhatap olabilir.

Örnek vermek gerekirse önce Edison’u öne süreriz. Çünkü Edison, yeni bir araştırmaya karar verdiğinde önce o konu hakkında yazılmış bütün eserleri okur, konuyla ilgili birikmiş ne kadar bilgi varsa hepsini göz önünde bulundururdu. Kendinden önceki bilgelik mirasından olabildiğince yararlanmaya çalışmak aklın gereğidir. Bütün bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin arkasında, üzerinde kafa yorduğu konunun geçmişini araştıran, izini süren, ısrarlı takip yapan bir beyin vardır.

Siyasi, toplumsal ya da kültürel, batı eğitim sisteminde bütün tarih dersleri bilimsellik düzeyinde verilen bir derstir. Yani tarihin akışı neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde ele alınır. Eğer tarih bilinci olmasaydı, bugün Yahudi diye bir millet olamazdı. Yahudi tarihinin derinliğini anlatan ve bir Yahudi tarafından yazılmış bir kitapta tarihin önemi şöyle vurgulanmıştır:

“Geçmişini bilmeyen milletin bugünü sönük ve yarını da belirsizdir.”

Konuyu açmak adına bizi yakından ilgilendiren bir örnek üzerinden gidelim:

Bilimsel tarih anlayışında Osmanlı tarihi iki temel sorunun cevabını verecek şekilde ele alınır.

Birincisi: Nasıl olup da 200 çadırdan ibaret Kayı boyu 3 kıtada hükmeden büyük bir devlete dönüşmüştür ve bunu mümkün kılan etmenler nelerdir?

İkincisi: Osmanlı devleti, nasıl ve zamanla ortaya çıkan hangi arızalar yüzünden gerilemeye yüz tutmuş ve yıkılmıştır?

Dikkat edilirse, ülkemizde Osmanlı devletini yüceltmek adına 200 çadırdan ibaret Kayı boyu üç kıtada imparatorluk kurdu, denilir; fakat arkası kurcalanmaz. Diğer yandan yıkılışın nedenleri de kurcalanmak istenmez. Devletler canlıların hayatına benzetilir ve İbn Haldun’un görüşüne dayanılarak biyolojik ömrünü tamamladığı için yıkıldığı söylenir ve geçilir. Oysa hem yükselişte hem de çöküşte nedensellik ilişkileri çok önemlidir ve tarih öğrenme zorunluluğunun en önemli gerekçesidir.

Osmanlı tarihini bilen bir kişi sayılabilmek için bu iki konuda esaslı bilgi sahibi olmak gerekir. Bu soruların cevaplarına kafa yormak, kendi tarihiyle barışık Türk aydını sayılmanın vazgeçilmez şartıdır. Her ne kadar önemini inkâr etmesek de olayın Osmanlıca bilmekle, eski yazıyı okumayı bilmekle pek bir ilgisi yoktur. Büyük Atatürk, tarih konusunda çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarında tarih araştırmalarının dayanması gereken temelleri gayet açık ifade etmiştir. Şu sözler Atatürk’e aittir:

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir nitelik alır.” (1931)

Tarih, hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmaya çalışmalıyız; eğer bulamazsak, bu noktadan cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim.” (10 Kasım 1935)

Ancak sadece kendi tarihimizi değil, dünya tarihini de araştırmak zorundayız. Kapsamlı çalışmalardan işe koşulacak nitelikli bilgilere ulaşabilmek için araştırmalarımızı sağlam bir zemine oturtmak ve mukayeseli bir temelde inşa etmek gerekir. Nedensellik bakış açısıyla dünya tarihi de bilinmelidir. Çünkü dünyayı anlamadan ve gelişmeleri izlemeden tutarlı bir Türkiye projesi ortaya konamaz. Daha genel ifade edecek olursak, nedensellik sorgulamasından ayrılmayan tarih bilgisi aydın olmanın olmazsa olmazlarındandır. Geleceği görmek için tarih bilgisi, uzağı görmek için teleskop gibi işlev görür. İleriyi görmek için önce geriye bakmak gerekir. Geriye baktığımızda alacakaranlıkta ne kadar derini görebiliyorsak, ileriye baktığımızda sis perdesinin içini de o kadar derinlemesine görebiliriz. Tarih bilgimizin karardığı yerde millet kavramı da kaybolur. Millet olabilmek için tarih bilincine ihtiyaç vardır. Burada Osmanlı şehzadelerinin eğitim durumunu anlatalım.

Fransız düşünürü Voltaire, “tarih milletlerin tarlasıdır. Her toplum geçmişte ne ekmişse gelecekte onu biçer”, demişti. Bu ifadeden yola çıkarak tarihi anlamaya çalışmak geçmişte ne ekildiğini ve bu durumda ne biçileceğini bilmek demektir. Demek ki gelecekte iyi bir hasat adına bugün tarlamıza ne ekeceğimizi anlamak için de tarihe bakmak, geçmiş tecrübelerden dersler çıkarabilmek gerekir.

İki bin yıl önce Romalı Cicero, Roma senatosunda kürsüye çıkıp “geçmişten habersiz olmak demek her zaman çocuk kalmak demektir”, demişti. Batılılar iki bin yıl öncesine ait bu dersi tuttular. Öyle ki, Türk tarihiyle kıyas kabul edebilir derecede bir tarihten yoksun olduklarının farkına vardılar ve bu yüzden kendilerine hayali bir tarih tasarlayarak, nesillerini yetiştirdiler. İşin ilginci, tarih bilincinden yoksun olan milletleri kendilerini yüceltmek adına uydurdukları yalanlarına inandırdılar. Tarih bilincinden yoksun milletler, Batılıların uydurduğu bu yalanlara kandılar ve Avrupalıların efendileri olduğuna dair telkinleri benimsediler.

Avrupa entelektüellerinin matbaanın icadından sonraki beş yüz yılda tarih bilincinin yerleşmesine ne kadar önem verdiklerini ve tarihe ne kadar derin anlam yüklediklerini birkaç çarpıcı örnekle göz önüne serebiliriz.

Çanakkale Savaşı’nda İngiliz donanmasının sancak gemisi 800 milyon sterline mal olan Queen Elizabeth zırhlısıydı. Bu gemi Çanakkale boğazındaki dehşetli savaş sırasında korktu. Mondros limanına demirledi ve daha az değerli gemiler ön cepheye sürüldü. Ancak Mondros Mütarekesi bu haşmetli gemide imzalanmadı. Onun yerine Çanakkale’de yoğun bombardıman altında ağır yara alan ve güç bela yine Limni adasına çekilen Agamemnon zırhlısında imzalandı. Agamemnon zırhlısı İngiliz donanmasının en önemli ikinci zırhlısıydı ama 18 Mart günü başlattıkları saldırı sırasında saat 12.45’de 25 dakika içerisinde 12 isabet almıştı. Mermilerden 5’i geminin zırhına isabet etmesine rağmen kalın zırhı yüzünden delik açılmamış, buna karşılık 7 mermi güvertesini darma duman etmiş ve gemi savaş dışı kalarak Limni limanına çekilmişti. İngilizler neden bu gemiyi tercih ettiler dersiniz? Çünkü gemiye adı verilen Agamemnon, MÖ 1200’lerde, yani günümüzden 3200 yıl kadar önce Truva Savaşı’nda Çanakkale’ye saldıran Birleşik Helen Orduları başkomutanı idi. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’ u fethettiğinde sarf ettiği iddia edilen “Truva’nın intikamını aldık”, şeklindeki Avrupa’da kiliseler tarafından yeni bir Haçlı Seferi başlatmak üzere Hıristiyanları gayrete getirmek için uydurdukları söze bir cevap olarak Agamemnon seçilmiştir. Papalar, Fatih Sultan Mehmet tarafından kendilerine gönderildiğini iddia ettikleri sahte mektuplar yazar ve halka duyururdu. Söz konusu sahte mektup trafiğini Türkler ve Avrupa/Avrupa Kimliği Nasıl Şekillendi?, adlı kitabımızda enine boyuna inceledik.

İkinci bir çarpıcı örnek daha verelim:

Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanların Fransızlara teslim olduğu antlaşma ve İkinci Dünya Savaşı başlangıcında Fransızların Almanlara teslim olması antlaşmaları aynı yerde aynı tren vagonunun içinde yapılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren mütareke İtilaf devletleriyle Almanya arasında, 11 Kasım 1918’de Paris yakınlarında Şark Ekspresi’nin 2419 numaralı yemek vagonunda imzalanmıştı. Bu vagon daha sonra Fransızlar tarafından, kazandığı tarihi önem dolayısıyla müzeye kaldırıldı ve imzaların atıldığı yere Alman kartalının süngülendiğini anlatan bir de heykel dikildi.

Almanlar bu aşağılamayı unutmadı. Fransa teslim olduğunda, 22 Haziran 1940 tarihinde, söz konusu heykelin yanında bahsi geçen vagonu getirterek teslim antlaşmasını törenle imzalattı. Dahası, Almanlar yenildiklerini anladıklarında tekrar aynı vagonun içinde kendilerine antlaşma imzalatılmasını önlemek için bir hava saldırısı düzenleyerek söz konusu vagonu ateşe verdiler. Fransızlar ise yine de bir yol buldu ve kayıtsız şartsız teslim olduklarında dair belgeyi Almanlara, daha önce kendilerinin teslim alındığı antlaşmayı imzaladıkları kalemle imzalattılar.

Başka bir örnek bizim açımızda çok daha çarpıcıdır ve Avrupalıların tutumunun tırmanarak sürdürüldüğünü ve tarihin izinden giderek kararlı takip gösterir.

Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki antlaşmanın imza töreni Roma’da Papa 10. İnnocentus’un heykelinin önünde yapıldı. Ne kadar ilginçtir ki söz konusu fotoğraf karesinde Türkiye adına imza atarken gördüğümüz Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan siyaset sahnesinde o zamana kadar her vesileyle Haçlı zihniyeti, Haçlı ruhu gibi deyimlerle Haçlı seferlerine atıfta bulunan ve “minareler süngü, camiler kışla” diye atıp tutan kimselerdi.

Bu tebliğimizde, en fazla tarih eğitimi üzerinde durduk. Konunun önemini iyice vurgulamamız gerekiyordu. Çünkü “Milli Eğitim” de “milli” sıfatını kaldırmayı çağdaşlaşma ve AB Kriterlerini yerine getirmek için gerekli olduğunu öne sürenler var. Tarih kitaplarında Yunan düşmanlığına yol açan ifadeler olduğunu ve bunların kaldırılması gerektiğini söylüyorlar. Bazıları o kadar ileri gitti ki bu kadar çok “değişim” akla zarar. Mesela Afyon’un AKP’li belediye başkanı Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’yu kan gölüne çeviren işgalci Yunan askerlerini şehit ilan ederek onlar için de anıt yapılacağını söyledi (27 Ekim 2009).

İngiltere kraliçesi Elizabeth’in Türkiye ziyaretine de değinelim:

Önce şunu belirtelim ki, Kraliçe, Bursa’ya özel olarak geldi ve Fetret Devri’ni, yani Anadolu beyliklerinin tekrar hortladığı, merkezi otoritenin dağıldığı dönemi ifade eden Yeşil Türbe’yi ziyaret etti. Bunun ifade ettiği anlama şimdilik yorum yapmayalım ama Türkiye’de bulundukları tarihin 13-16 Mayıs 2008 olmasının anlamına dikkatli bakalım. Söz konusu ziyaret kapsamında İstanbul’a gelen İngiliz uçak gemisi HMS İllustrious, 90 yıl önce Türkiye’yi işgal için gelen HMS Ajax adlı savaş gemisiyle aynı yere demirledi. Kraliçe bu gemide 15 Mayıs 2008’de Abdullah Gül’e bir resepsiyon verdi. Bu tarih, Yunanlıların İngilizlerin yardımıyla İzmir’i işgal ettikleri tarihtir (15 Mayıs 1919). 15 Mayıs 1919, aynı zamanda Sultan Vahdettin tarafından müfettiş göreviyle Samsun’a gönderilme emrinin tebliği edildiği tarihtir ve ertesi sabah Bandırma vapuru ile Samsun’a hareket etmiştir.

1918’de işgal güçleri olarak, yenik düşmüş Osmanlı karşısında inisiyatif onlardaydı. İstedikleri tarihte harekete geçerek istedikleri yere demirleyebilirlerdi. Ancak 2008 ziyaretinde ziyaret programı Türkiye hükümetiyle anlaşmak suretiyle yapıldı. Bizimkiler neden bize en zayıf günlerimizi hatırlatan söz konusu ziyaret tarihleri üzerinde durmadı, dersiniz?

Yine Kraliçe Elizabeth’in bir başka örneğini verelim:

Londra’da kurulu bulunan emperyalist örgüt Chatham House, 2010 yılında Abdullah Gül’e “yılın devlet adamı” ödülü vermeye karar verir.  Gerekçeler çok ilginçtir ki hiçbiri gerçekleşmediği gibi tam tersi gerçekleşmiştir. Bölünmüş Kıbrıs’ı yeniden birleştirme çalışmalarında etkin liderlik yapması, Türkiye’de sivil-demokratik yönetimi güçlendirmesi, Irak’taki gurupları uzlaştırma çabaları, Türkiye’nin AB’ye girmesini tereddütsüz savunması, Türkiye’nin Ortadoğu ile geleneksel bağlarını güçlendirmesi. “Kristal Cam Küre” adı verilen bu ödül 2005 yılından beri veriliyor ve her seferinde 15-16 Ekim tarihleri arasında verilmiş. Ama Abdullah Gül’ün ödülü 9 Kasım 2010’da verildi. Bu tarih, İngilizlerin Çanakkale’ye ve İskenderun’a asker çıkardıkları (9 Kasım 1918) tarihtir. Abdullah Gül, bu ödülü aldı ve ödülle birlikte Türkiye’ye döndü. Ödül şimdi nerede saklanıyor bilmiyoruz. Ama günü geldiğinde ödülün alındığı günün tarihteki önemi de müzede bir plâket üzerine kazınacak ve ödül gerekçeleri ve daha sonra olan bitenler tarihçiler tarafından enine boyuna incelenecektir.

Tarih dersleri, tercüme kitaplardan öğrenilmemesi gereken konulardandır. Avrupalılar, Hint-Avrupa kavimlerini yücelten ve diğer kavimleri özelikle de Türkleri aşağılayan ve tarihin dışına atan, zamanda donmuş kavimler olarak nitelerler. Bilhassa Türk tarihi Avrupalı ideolog-tarihçilerin aşağılamalarından nasibini fazlasıyla almıştır. Dolayısıyla tarihimizin tercüme kitaplardan öğrenilemeyeceği bu yönden de özel bir önem arz etmektedir. Nitekim Atatürk, bu bilinçle, Türk Tarih Kurumu’nun açılışında yaptığı konuşmalarında tarihçilerimize şöyle yön gösteriyor:

“Her şeyden önce dikkat ve özenle kendi seçeceğiniz belgelere dayanınız. Yoksa bin bir şarlatan ve bin bir ulusun tarihçisi geçinen sokak siyasacısının oyuncağı olursunuz.”

Bu konuda söylenecek çok şey var. Ancak daha fazla söze gerek olmayacak kadar veciz bir yazıyla konunun stratejik önemini ortaya koyabiliriz. EK 1’de görülen tarih bilincinin önemine dair olan yazı, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nda Anadolu Ordusu Kumandanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın başkatibi olarak görev yapan Mehmet Arif Bey’in savaş içerisinde tuttuğu günlüklerden hareketle kaleme aldığı ve savaştan sonra da yayınlanmış olan (1903) kitabının başlangıcında yer almaktadır.

[youtube https://www.youtube.com/watch?v=p3KcOiGHwnw&w=854&h=480]

ALTINCI İLKE

EĞİTİM, OKULDA ÖĞRENİLEN HER ŞEYİ UNUTTUKTAN SONRA GERİYE KALANDIR.

ALBERT EİNSTEİN

YALANI ORTAYA ÇIKARAN BİR ARACA SAHİP OLMAYAN TOPLULUKLAR ÖZGÜRLÜĞE KAVUŞAMAZ.

WALTER LİPPMANN, Amerikalı eğitim felsefecisi

 

İNSAN BEYNİNİN AÇIK VE GEDİKLERİ HAKKINDAKİ BİLİMSEL KEŞİFLERİN DİKKATE ALINMASI

\"1640_24\"

İnsan beyni bebeklikten itibaren üzerine gelen etkilerle tıpkı parmak izi gibi beyninde kendine özgü, resimde görülen sicimsi bir yapı kazanır. Eğitim demek sonuçta beyindeki yukarıda bir örneği görülen yapılandırmayı tesis etmek demektir.

Diğer bir önemli konu, insan beyni üzerinde son yıllarda yapılan bilimsel keşiflerin sonuçlarını eğitim sistemine yansıtmakla ilgilidir.

Yakın zamanlarda, bilim dünyası eğitim sistemini yeni baştan gözden geçirilmesini gerektiren çok önemli bazı gerçekleri ortaya çıkardı. Artık biliyoruz ki, insan beyni sadece aklımızın yuvası değildir. Beyin iki şeyin birden yuvasıdır: Duygu ve akıl. Duygularımız çalışmıyorsa aklımız da çalışmaz. Duygusuz beyinde akıl patinaj yapar. Hiçbir konuda karar veremez. Nesnelerle dolu olan dünyada, nesneler arasında tercih yapmamıza yardımcı olan şey duygularımızdır. Duygularımız adeta içimizdeki jeneratördür; bir benzetme daha yapacak olursak, aklımızı boş durmaktan kurtarır.

Grek düşünürü Eflatun’dan beri, beynimizin görevinin bizi duygularımızdan korumak ve bu amaçla da aklı güçlendirmek olduğu şeklinde bir eğitim anlayışı genel kabul görüyordu. Oysa bugün gerçeğin şöyle olduğu anlaşıldı: Duygularımız olmasaydı akıl diye bir şey olmazdı. Hissedemeyen beyin karar da veremez. Duygularımızdan yoksun kaldığımızda, en basit kararları bile alamaz hale geliriz.

Bugün biliyoruz ki psikopatlar duygusal beyini hasarlı olan kişilerdir. Psikopatlarda ahlaki duyguları yönlendiren kararlar eksiktir. Duyguların olması gereken yerde kocaman bir boşluk vardır. Psikopatlar topluma karşı şiddetli suçlar işlerler; çünkü duyguları onlara asla karşı koymaz. Onların beyninin içinde attıkları her adımı meşrulaştırmaya yarayan akılcı avukat dışında hiçbir şey bulunmaz.

Oysa ahlaki kararlar başka insanları hesaba katmayı gerektirir. Zihnin, diğer insanların zarar görmesini engelleyecek bazı yapılar geliştirmesine eğitim sistemi yardımcı olmak durumundadır. Zihnin, tanımadığı insanların haklarına, acılarına, içinde bulundukları kötü duruma karşı duyarlı hale getirilmesi için eğitim aşamasında desteğe ihtiyaç vardır. Eğitimin temel amaçlarının en başına, akılcı beyin ile duygusal beyini sağlıklı bir denge içinde geliştirmek ve tutmak ilkesi yerleştirilmelidir.

Sorgulayıcı nitelikler kazandırılmaksızın sözde eğitilmiş birey, 21. yüzyılın en büyük silahı olan algı yönetimi yöntemleriyle aldatılmaya yatkın hale getirilmiş demektir. Bu durumdaki insanlara hiçbir anlam ifade etmeyen kurallar öne sürüldüğünde sorgulamadan uyma eğilimine girerler. Beyin deneyleri, insanların kurallara uymaya programlanmış olduğunun keşfedilmesini sağlamış ve bu gedikten girerek bireyi istismar etmenin mümkün olduğunu ortaya koymuştur. İnsanların neden kolayca itaat ettikleri artık biliniyor. Bu bilgiler sayesinde, itaati kolaylaştıran yol ve yöntemler de geliştirilmiştir.

\"14925266_1302100303188117_6850042824920801546_n\"

İnsanları yanlış yollara sürükleyebilen bir diğer konu da yalnız kalmak korkusudur. İnsan bir guruba ait olma ihtiyacı duyar ve yalnız kalmaktan korkar. Nörologlar, beyinde aidiyet duyduğu guruba uymayı kolaylaştıran bir bölge olduğunu keşfettiler. Beyindeki bu bölge bir şekilde aktive edildiğinde mantıksal kısım olaya dâhil olmuyor. Böylece insanlar kolayca itaat ediyor. Çünkü insan beyninde kestirme kararlar verme eğilimi çok yüksektir. Bu gediği bilenler, gerekli sıklıkta tekrarlarla baskın medya ortamında televizyon camına yapışık yaşamayı seçen bireyi istediği gibi biçimlendirebilir. Siyasi partilerde, terör örgütlerinde ve dini guruplaşmalarda öndere körü körüne itaat edilebilmesinin nedeni beynin söz konusu bölgesini hedef alan telkinlerdir.

Guruba ayak uydurma güdüsü yüzünden kültür hayatımız giderek monotonlaşıyor. Toplum katmanları düşünce zenginliğinden uzaklaşıyor ve hep birlikte aynı hataları yapan insanlara dönüşüyoruz. Oysa sağlıklı toplum olabilmek için aramızda bizim hatalarımızı görüp uyaran ya da bize muhalefet eden yeteri kadar insan bulunmalıydı. Küresel güç odaklarının geniş mali imkanlar tahsis ederek uyguladığı manipülasyon yöntemleri sayesinde, hatamızı görüp bizi uyarabilecek insanların sayısı iyice azaltıldı. Bir başka deyişle, toplum sigorta tertibatından büyük ölçüde mahrum bırakıldı. Bizi biz olmaktan çıkartarak küresel tüccarın istediği kıvamda sorgusuz sualsiz bir tüketici biçimine sokmak isteyen güçlerle mücadele ederek milli kimliğimizi koruyabilmemiz için eğitim sistemimizi tepeden tırnağa ince ayardan geçirmemiz gerekir.

Bu konu 21. yüzyılda özellikle önem kazanmıştır.

Küresel güçler insan beyninin açık ve gediklerini anlamak için çok büyük araştırma yatırımları yapıyor. Varılan sonuçlardan dikkatimizi en fazla çeken, insan beyninin açık ve gediğinin çok fazla olduğunun keşfedilmiş olmasıdır. Algı Yönetimi dediğimiz zihinsel yönlendirme yol ve yöntemleri bilimi, söz konusu boşluklardan girerek insanları küresel güç odaklarının çıkarları doğrultusunda evcilleştirmeye çalışıyor. Büyük güçlerin doğru dediğine doğru, yanlış dediğine yanlış dememiz isteniyor bizden. Bir televizyon belgeselinde Amerikalı bir profesör, “bana medya gücü ve gerekli miktarda para verin, bir şehrin halkının yüzde 80’inin algısını tersine çevireyim”, demişti. Bu tehdide karşı savunma mekanizması oluşturmak için eğitim sistemimizin temel ilkeleri üzerinde ısrarlı çalışmalar yapmak gerekir. “Televizyon camına sinek gibi yapışarak televizyon okuyan ama kitaba uzaktan bakan insan”, algısını yönetmek için gerekli laboratuvar ortamına çekilmiş olan insandır. Medya bu isteğe kolayca boyun eğen insan üretmek için bir dönüştürücü işlevi görüyor. Eğitimle bu kötü gidişin önüne geçmek mecburiyetindeyiz. Yoksa bildiğimiz insanı tüketici varlığa indirgeyen bir süreç yaşanıyor. Bu başlık altında şu hususa da değinmekte fayda vardır:

Başarısızlık korkusu öğrenmeye ket vuran bir duygudur. Eğitim sistemi, hatalarımızın aptallık belirtisi olmadığını, tersine, düşünmenin ve bilginin doğal uzantısı olduğunun farkına varılmasını da sağlayabilmelidir. Büyüklerimiz bunun farkındaymış ki, Türkçemizde “elini korkak alıştırma” diye bir öğüt vardır.

Konuyu desteklemek için şunu da eklemek isterim:

Kişi yeteneklerini ve kusurlarını, güçlü yanlarını ve eksiklerini kendi kendine her durumda değerlendirebilmelidir. İnsanın kendisini geliştirebilmesinin sırrı özeleştiri yapabilmesinde saklıdır. Özeleştiriden kaçınmak, kendi kendimizi kandırmanın en kestirme yoludur.

 

YEDİNCİ İLKE

                       İNSANI AYAKTA TUTAN İSKELET VE KAS SİSTEMİ DEĞİL,                              PRENSİPLERİ VE İNANÇLARIDIR.

 EİNSTEİN

GELECEĞİN BÜTÜN ÇİÇEKLERİ BUGÜNÜN TOHUMLARININ İÇİNDE SAKLIDIR.

ÇİN ATASÖZÜ

\"581938_580106288666660_2099020611_n\"

ÖĞRENCİ OKUMA VE ARAŞTIRMA ALIŞKANLIĞI KAZANDIRILMIŞ OLARAK HAYATI BOYUNCA ÖĞRENCİ KALACAĞININ BİLİNCİYLE MEZUN EDİLMELİDİR

Yirmi birinci yüzyılda artık tartışmaya yer olmayacak kadar açıkça bilindiği üzere bilgi üretimi her 8-10 yılda iki katına çıkmaktadır. Dolayısıyla mesleğinde ilerlemek ve mesleğinin hakkını vermek isteyen herkes hayatı boyunca öğrenci olarak yaşamak zorundadır. Ne var ki hayat okulunda öğretmen yoktur. Kişinin kendisi hem öğretmen hem de öğrencidir. Okuma ve dünyayı izleme işini ara vermeden sürdüren insanlara ihtiyaç vardır. Bu konuda internet ortamı da her geçen gün daha büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Bu fırsatı değerlendirmeyen milletlerin köleleşme süreci hız kazanır.

Günümüzde dünya çapında yaptığı atılımlarıyla tanınan ve dünya ekonomisinin liderliğine oynayan Çin’in PİSA sınavlarındaki olağanüstü ve sürekli başarılarından yukarıda söz etmiştik. Şöyle bir Çin atasözü vardır:

“Okumadan geçen üç günden sonra konuşma tadını kaybeder.”

Demek ki gençleri okumaya özendirmek Çin kültürünün kılcal damarlarına işlenmiş. On beş yaşındaki öğrencilerin bütün PİSA sınavlarında birinci olmaları rastlantı değilmiş demek ki. Eksi 2 derece soğukta kütüphaneye girebilmek için sabahın köründe kuyruğa girmenin kültürel geçmişle derin bir bağı varmış.

Malum olduğu üzere, Japonlar, Uzakdoğu’nun en dinamik halkıdır. Teknoloji alanında yaptıkları atılım herkes tarafından bilinir. Japonya, yüzyıllarca dünyaya kapalı kaldıktan sonra 1868’de başlatılan reformlarla dünyaya açıldı. Şunu da ekleyelim ki Japonya’da reformların başlatılması Osmanlı devletinde reformların başlatılmasından 30 yıl sonradır. Ne var ki Japonya ile bizim aramızdaki fark olağanüstü denebilecek ölçüde açıldı. Reformları başlatan ünlü imparator Meiji bakınız ne diyor:

“Bilgi dünyanın her yerinde aranmalı ve bu şekilde emperyal siyasetin temeli pekiştirilmelidir.”

Şimdi soralım:

  1. yüzyılda Türkiye bilgiyi dünyanın her yerinde arayan bir ülke midir?

Değilse neden değildir?

Eğitim sisteminde dünyayı anlamak fikrinin yeri var mıdır?

Birinci yüzyılda yaşamış Romalı düşünür Ovidius, “gençlerini kitapla beslemeyen ulusların sonu acıdır”, derken adeta Osmanlı’yı tarif etmiş görünüyor. Ne kadar doğru ve yerinde. Haklılığı bizim tarihimiz tarafından onaylanmış bir vecize.

Bizde Namık Kemal de okumanın önemine çok açık vurgu yapmıştır. Şöyle diyor:

Beşeriyetin hayvaniyeti yemekle, insaniyeti okumakla beslenir.”

Cenap Şahabettin’in bir sözüne de burada yer verelim:

Daima ara, bugün altın ararken bakır bulursun, yarın bakır ararken altın.

Avrupa karanlık çağlardan çıkışını matbaaya ve okuma alışkanlığının kazanılmasına borçludur. Bu konunun iyice ve açıkça anlaşılabilmesi için “Uygarlığa Giden Yol” adını verdiğimiz bir kitap yayınladık. Söz konusu kitabımızın incelenmesi halinde konunun stratejik öneminin daha fazla billurlaşacağına inanıyoruz.

\"14370360_1196861653740269_4523727185126392205_n\"

SEKİZİNCİ İLKE

ÇOCUKLAR DONMAMIŞ BETON GİBİDİR. ÜZERİNE NE DÜŞSE İZ YAPAR.

HAİM JİNOT

BEN ÇOK ÇALIŞMAK ZORUNDA KALDIM, BU KADAR ÇOK ÇALIŞAN HERKES BURAYA ULAŞABİLİR.

JOHANN SEBASTİAN BACH (1685-1750)

 EBEVEYNLERE DÜŞEN ASLİ GÖREVLER ve ZORLUKLARLA MÜCADELE EĞİTİMİ

Ebeveynlerin çocuklarını hayata hazırlama yol ve yöntemlerine de ilkesel bir önem atfetmek gerekir. Malum, eğitimin üç kaynağı vardır. Birincisi aile, ikincisi okul ve üçüncüsü toplumdur. Ebeveynler okuldan bile önemlidir ve ilk öğretmenlerdir.

Önce şunu söyleyelim ki anne ve babalar, çocuklarını adeta fanus altında, pamuklara sarılı olarak büyütme eğilimindedir. Çocuklarının bir dediğini iki etmiyorlar. İmkânları olanlar çocuklarının bütün isteklerini yerine getirmeyi çocuk yetiştirmenin bir gereği gibi algılamış görünüyorlar. Hiçbir tehlikeye girmemeleri için büyük özenle yetiştirilen bu çocuklar, hayatları boyunca kendilerine bakacak insanlara ihtiyaç duyacaklar, sorunlardan kaçacaklar, başarısızlığın suçunu yıkacak insanlar arayacaklar ve bütün bu eksiklikleri yüzünden dolu dolu gerçek bir hayat yaşamaktan mahrum kalacaklardır. Üstelik adeta sokakta büyüyen, çocukluğundan beri birçok risk alan erken yaşta hayat deneyimi kazanmış, olgunlaşmış, fakat kaderin bir cilvesi olarak eğitimsiz kalmış başka çocukların resmi ya da gayri resmi yönetimi ve yönlendirmesi altına gireceklerdir. Çünkü zorluklarla büyüyen çocuklar problem çözme yeteneği geliştirirler. PİSA sınavlarında, Avrupa’nın ileri sanayi ülkelerinin öğrencilerinin de dereceye girmemesinin nedeni budur.

2012 Londra olimpiyatlarında yaşadığımız büyük başarısızlık da bu konudaki eksiklerimizden kaynaklanıyor. Sporun bütün dallarında başarısızlıklar birbirini kovalıyor. Doping ve şike konusunda dünya çapında şöhretlerimiz var. Ama konu Türkiye gündeminden itina ile uzaklaştırıldı.

Söz konusu olimpiyatlarda atletizmde iki genç kızımızın kazandığı madalyalar, Türk insanının sporda en üstün başarılara imza atabilecek kapasiteye sahip olduğunu itiraza yer bırakmayacak derecede göstermiştir. Ne var ki madalyaların sayısı çok azdır.

Türk insanının uluslararası müsabakalarda büyük başarılara imza atmaya ne kadar uygun olduğunu gösteren güzel bir örnek 2015 Eylül ayında ortaya çıktı. Yasemin Zengin adlı 18 yaşında bir genç kızımız, Burdur’dan dünyaya adını duyurdu. Burdur’da yeterli antrenman sahası olmadığı için oturduğu köyde koyun sürüleri arasında antrenman yaptı ve dünyanın en zor koşularından biri olan dağ koşusunda dünya şampiyonu oldu. Şimdi şöyle bir düşünün. Dünya şampiyonlarımız belediyelerimizin kurduğu semt sahalarından çıkmadı. Esaslı destekten yoksun kırsal ortamdan çıktı. Çünkü başarı için birinci dereceden önemli olan tesis değil, azim ve irade sahibi olmak, “ben de başarabilirim”, diyen ve hedefine doğru kararlılıkla ilerleyen örnek gençler yetiştirmektir.

Çünkü iyi beslenen, sağlıklı bir bünyesi olan ve imkânları geniş ailelerin çocukları hem okulda hem de aile içinde yanlış eğitim aldıkları için hayata azim ve irade sahibi olarak atılmayı başaramıyorlar. Yabancıların başarılarını kendilerinin de gerçekleştirebileceği düşüncesine erişememiş durumdalar. Spora geniş eğitim kadroları ihdas edildiği ve herkesin spor yapabilmesi için borç parayla sayısız tesis inşa edildiği halde, uluslararası alanda ters performans ortaya çıkmasının nedeni de aynıdır. Varlıklı ailelerin çocukları genellikle lüks arabalara meraklı. Şehir içinde sürat yaparak  tatmin olmaya çalışıyorlar.

Alın size Ocak 2016’da gazetelerde yer alan ve üzerinde hiç durulmadan tüketilen bir haber:

“Üç tarafı denizlerle çevrili Türk milli sutopu takımı, denize kıyısı olmayan Macaristan’dan erkeklerde 20 kadınlarda 27 gol yedi.”

İki maçta toplam 47 gol!

Bu başlık altında düşüncemizi özetle şöyle ifade edelim:

Türk insanı dünya ile rekabet hevesini henüz düşüncede başlatamamıştır. Riskleri başkasına yüklemek ama başarılı sonuçlara ortak olmak gibi yoz bir zihniyetin esareti altındadır. Ana babalar şunu unutmamalıdır ki, kendi evlatlarımızın eğitiminde görev alma önceliği, okuldan ve öğretmenden ziyade kendilerine düşmektedir.

Bu makalemizde genellikle eğitimin, kitapların dışındaki eksiklerinden ve pek dikkate alınmayan temel ilkelerinden söz ettik. Eğitim sistemimiz, kitaplara (özellikle de test kitaplarına) kapanmaktan mutlaka çıkarılmalıdır ve beş duyumuza birden hitap edebilen, düşünceyi hayata geçirme iştahı kazanmış, düşünen, gelecek adına hayal kuran ve el becerisi kazanmış gençler yetiştirmeyi hedefleyen bir yapıya kavuşturulmak zorundadır.

Engeller, zorluklar ve tehlikeler, sanılanın aksine, insanların büyük dostlarıdır. Genç beyinlerin gelişmesi için engellerle boğuşması şarttır. Söz konusu dostlar, beyni çalışmaya, çareler aramaya mecbur eder. Zorluklar hayatımızın bileyi taşıdır, bizi keskinleştirir. Varlıklı ailelerin çocuklarının çoğunun zayıf kalmalarının önde gelen nedeni yukarıda saydığımız dostlardan yoksun olmalarıdır. Gençleri pişirecek olan, örs üzerinde çekiç darbeleri yiyen demir gibi, zorlukların, engellerin ve tehlikelerin indirdiği darbelerdir.

Prof. Dr. Herbert N. Gasson, “Hayat Yolunda Zorluklarla Mücadele” adlı eserinde, görüşünü sisal bitkisinin hikâyesini anlatarak örnekler. Sisal, kenevire benzeyen, büyük yapraklı, bol elyaflı dokumada ve kâğıt imalatında kullanılan bir bitkidir. Bu bitki Meksika’da Yucatan yarımadasında, rüzgâra açık, taşlık ve sert, organik maddesi az olan topraklarda yetişir. Bir Amerikan şirketi bu bitkiyi Florida’da yetiştirmeye karar verir. Tohumları iyi sürülmüş, gübresi bol bol verilmiş tarlalara eker. Bitki dev gibi büyür. Tarlalardaki yeşil yaprak okyanusuna bakınca şirket yetkilileri çok sevinirler. Günü gelir, hasat ederler. Sıra yapraklardan elyafı çıkarmaya gelince bir de ne görsünler. O büyük yapraklarda bir gram bile elyaf bulunmaz. Açıkça anladıkları şudur: Hayatının kolaylaştırılması bitkiyi işe yaramaz hale getirmiştir.

Bu dersten çıkan sonucu bir düşünecek olursak, eğer rüzgâra karşı koymak mecburiyeti olmasaydı, ağaçların da gövdeleri olmazdı. Gençlerin sıra onlara geldiğinde sorumluluk almaktan korkmaması için zorlukların, engellerin, tehlikelerin birer fırsat olduğunu öğrenmesi gerekir. Zorlukları olmayan, sorumluluk almaktan uzak bir hayat boşa yaşanmış bir hayattır. Dünyada iz bırakarak göçüp giden büyük insanlar zorlukların ve engellerin yetiştirdiği büyük beyinlerdir. Mesela Büyük Atatürk tarihe mal olmuş böyle bir şahsiyettir. Zorluklarla mücadele gücü ve kararlılığını tek başına okulda kazanmak mümkün değildir. Bu konuda aile ve sosyal çevre okuldan çok daha etkilidir. Ancak okulda, tarihe mal olmuş büyük şahsiyetlerin hayat hikâyelerini anlatan kitapları öğrencilerin okuması sağlanmalıdır. Mesela Timur’un hayatı, kutup kâşiflerinin hayatı, ilk uçağı yapan Wright Kardeşlerin hayatı ve daha birçok örnek olay öğrenciler tarafından öğrenim hayatları boyunca mutlaka incelenmiş olmalıdır. Söz konusu örneklerin hepsinde kahramanlar başlamak için büyük azim sergilemiş ve bitirmek için ise büyük sabır göstermişlerdir.

Zorluklarla mücadeleye alıştırmak demek aynı zamanda azim ve sabır konusunda da eğitim demektir. Engel ve zorluklar hayatın doğasında mevcuttur. Başarma arzusu dolu gençler yola çıkar çıkmaz zorluklarla kuşatılmış olduklarını anlarlar. Engel ve zorluklarla karşılaştığında takınacağı tavır, onun başarılı olup olmayacağını belirler. İlk zorluk belirtilerinde sebat göstermeden projesinden vazgeçerse bu hatası onu hayatı boyunca yalnız bırakmayacaktır.

 

DOKUZUNCU İLKE

DOĞA GÖRÜLEBİLEN DÜŞÜNCEDİR.

HENRİCH HEİNE

 DOĞAYLA BAŞ EDEBİLME, DOĞAYLA BÜTÜNLEŞTİRME VE UYUM EĞİTİMİ

Evlatlarımıza doğayla baş edebilme, doğayı tanıma ve koruma becerisi kazandırmalıyız.

Yirmi birinci yüzyıl, toplumsal hayatın omurgasını aşırı işbölümünün yapılandırdığı bir yüzyıldır. İnsanlar sabahleyin fırından ekmek çıkacağından emindir. Çıkmayabileceğini, hatta kente un gelmeyebileceğini aklına bile getirmez. İnsanlarımızın pek çoğu ekmek pişirmesini bilmez. Evinde tamirat bile yapamaz. Evinin badanasını da yapamaz, sigortasını da tamir edemez. Bütün bu hizmetleri dışarıdan satın almak zorundadır. Bir fare gördüğü zaman onu kovacak şekilde eyleme geçmek yerine sandalyenin üzerine çıkıp korkudan titreyecek birçok insan vardır. Kent hayatı insanı hayatın gerçeklerinden kopardı, gerçeklerle yüzleşme imkânlarını büyük ölçüde kısıtladı. Oysa 50 yıl öncesine kadar insanoğlu komşularıyla birlikte kendi evini kendisi inşa edebilecek beceriye sahipti. Büyük kentlerimizi kuşatan milyonlarca gecekondu böyle inşa edildi.

Aşırı işbölümü insanın doğayla olan bütünlüğüne engel oldu ve araya beton girdi. Kırlara günübirlik piknik için gidiliyor artık. Gençlerimiz kırlarda yetişen bitkileri tanımıyor. Kuşları, hayvanları, kelebekleri, böcekleri gerçek hayatta neredeyse hiç görmedi. Hani ne denir: “Tavuğu tabakta gördü.” Gerçek hayatın yerini sanal hayat aldı. Artık futbol bile sokakta değil, sanal ortamda internet kafelerde oynanıyor. İnternet kafeler sanal âlemde savaş yapan, sağa sola ateş eden “kahraman” gençlerle dolu. Sosyal çevre ve iletişim teknolojileri gençlerimizin gerçekle bağlarının kopararak sanal bir hayata kapılmalarını özendiriyor. Gençlerimizin arkadaşı artık internet. İçe kapandılar ve sanal âlem tarafından tutuklandılar. Ortak amaçlar için birlikte çalışma duygusu ortadan kalktı. Artık birey ve iphone’u var. Herkesin apaçık önünde cereyan eden bu durumun gelip geçici bir heves olduğunu söyleyenlere katılmak mümkün değildir. Üstelik bu süreç gittikçe hız kazanıyor. Metroda, tramvayda, vapurda etrafınızda birçok insanın çevreyle ilgilenmeden cep telefonuyla oynadığını, kendi kendine güldüğünü her gün görmektesiniz. İnternet ortamı, troller aracılığıyla en etkin şartlandırma, güdüleme cihazına dönüştürüldü. Bu gidişatla mücadele etmek eğitim sisteminin kapsama alanına dâhil edilmelidir.

Öğrenciler, her yıl çeşitli kamplarda toplanmalı, doğa yürüyüşü, bitki örtüsü araştırması, kelebek, böcek gibi canlıların araştırılması, gökyüzü gözlemleri, gece yürüyüşü, yön bulma, kutup yıldızını bulma, ormanda kaybolunca yön arama ve bulma, ata binme, eşeğe binme, koyun keçi sürüleri arasında dolaşma, kamp ateşi etrafında gece sohbetleri yaparak sohbet adabını öğrenme, arkeolojik kazı alanlarında çalışmalar katılma, toplu kros, dağa tırmanma vs gibi takım çalışmaları yapmalı, doğa ortamında, beş duyuyla eğitime tabi tutulmalıdır.

Amatör astronomlar,  astronominin bugünkü düzeye gelmesinde çok büyük rol oynamışlardır. Hatta astronominin bugünkü düzeyine gelmesinde amatörlerin büyük önemi vardır. Ancak bu iş şimdiye kadar ülkemizde gerekli ilgiyi yeterli düzeyde görmemiştir. Göktaşlarının pek çoğunu bulan amatörlerdir. İlk beş gezegenden sonraki gezegenleri bulanlar da amatörlerdir. –ilk beş gezegen Sumer çağından beri biliniyordu- Kamplarda teleskop yardımıyla geceleri gökyüzünü gözlemleme eğitimi, gençlerde araştırma hevesi uyandırmak için biçilmiş kaftandır.

Japonya’da her yıl arkeolojik kazı sezonu geldiğinde 10 bin yerde birden kazı yapılıyor. Öğrenciler tamamen milliyetçi duygularla kazı ekiplerine dâhil olmak için birbiri ile yarışıyor.

Botanik alanında arazide yapılan araştırmaların belli başlı aktörleri amatörlerdir. Ülkemiz coğrafyası endemik bitkilerin ortaya çıkarılması amacıyla henüz tatmin edici ölçüde taranmamıştır. Çünkü amatör katkı çok zayıftır. Aynı durum böcekler ve kelebekler için de geçerlidir. Televizyonlarda elinde filelerle kelebek avlamaya çalışan insanlar batılı gençlerdir. Ülkemizde henüz bu alanda bir heves uyanmamıştır.

Doğayla kucaklaşarak bilimsel araştırmaları teşvik etmek, özendirmek ve yol gösterebilmek amacıyla öğrencilerin takım takım gidip kampa alınacakları sabit tesisler kurulmalıdır. Bunlar betonarme binalar değil, çadırlarda ve uyku tulumlarıyla yaşanan ve yemeklerin kamp ateşinde pişirildiği kamp ortamı olmalıdır. Söz konusu kamplarda öğrenci her işi kendisi yapmalıdır. Buralarda teleskop, mikroskop gibi cihazlar bulunmalı ve öğrenciler ders dinleyerek değil, kendileri tarafından yapılan araştırmalara göre değerlendirilmelidir. Bu kamplarda halat bağlama teknikleri, kamp ateşi yakmak, yön bulmak, gece yürüyüşü, gece nöbeti, ocak başı sohbetleri, uzaktan mesafe ölçme, derenin genişliğini hesaplama ve benzeri daha birçok uygulama yapılmalıdır. Genel ifadesiyle, okulda öğrenilenlerin hayata uygulanması çalışmaları bu kamplarda yapılmalıdır. Bu sayede eğitim kitap sayfalarından ve karatahtadan hayata taşınmış olur.

Konuyu içerik bakımından zenginleştirebilecek bazı uzmanlarla yaptığım sohbetlerde geliştirmeye çok açık ve bir o kadar da eğitici bir konu olduğunu anlamış bulunmaktayım.

ONUNCU İLKE

BİR ULUSUN GERÇEK UMUDU GENÇLİĞİNİN İYİ EĞİTİLMESİNDE YATAR.

ERASMUS

 ÜNİVERSİTE SINAVLARI PERFORMANS ÖLÇME VE SIRALAMA SINAVINA DÖNÜŞTÜRÜLMELİDİR

Günümüz dünyasında bütün büyük kuruluşların lider kadroları günü geldiğinde yerlerini uzun yıllar boyunca özel eğitimden geçirilmiş gençlere bırakmak için yoğun çaba harcarlar. Bunun için her gün yüzlerce sayfa metin okuma alışkanlığı olan gençlere yatırım yaparlar. Yüksek strateji eğitimi Büyük Güçler’de sıkı örgütlenmiş ve titizlikle yürütülmekte olan bir konudur. Ülkemiz ise maalesef, pek kitap okumadan, hatta kitap okumayı gereksiz bir iş olarak gören, bütün işini doğaçlama yöntemlerle yürütme alışkanlığı olan ve kuru zekâsıyla övünen politikacılar tarafından temsil edilmekte ve bu zihniyetteki kadrolar, uluslararası alanda, Büyük Güçleri temsil eden ve uzun yıllardan beri her gün yüzlerce sayfa metin okuyan kimselerin karşısına çıkmaktadır. Dolayısıyla maç genellikle adeta 10-0 başlamaktadır. Okuma alışkanlığının olmaması neredeyse bütün sorunlarımızın temelinde yer alan olmazsa olmaz bir eksikliktir.

Bu bağlamda şunu hemen söyleyelim ki eğitimin birinci hedefi hayatı boyunca okuma alışkanlığını koruyabilecek gençler yetiştirmek olmalıdır.

Yükseköğrenime geçiş sınavları bu amaca yönelik olarak biçimlendirilmelidir. Üniversite hazırlık kurslarının yerini kendi gayretiyle okuma becerisini geliştirmek almalıdır. Sınava giren öğrencilere uzun paragraflar verilmeli ve bunlar okunduktan sonra her metin içinden birkaç soru sorulmalıdır. Soruların zekâyı ölçen aldatıcı unsurlar içermesi gerekmez. Soruların zor olması da gerekmez. Bu bir performans sıralama sınavıdır. İleri derecede okuma alışkanlığı ve çabuk kavrayış kapasitesi geliştirmiş öğrencilerin eğitiminde önlerini açma sınavıdır. Performans ve gayret alışkanlıkları sıralamaya tabi tutulmak için yapılır. Mesela şimdiye kadar sınavlarda üç yüz soru mu soruldu, bundan sonra beş yüz soru sorulsun. Okuma becerisi, matematik yanında aynı önem derecesinde kabul edilmelidir. Bu sınav türünde en fazla soru yapan ilk beş-on öğrenci hariç tutularak hesaplanan ortalamaya göre derecelendirme yapılmalıdır. Sayılarla açıklamak gerekirse, okuma becerisine dair sorulan üç yüz sorudan en fazla yapan öğrenci 160 soru yapabilmiş ise zaman yetmediği için cevaplayamadığı gerideki 140 soru sınavın dışına itilmeli, sıralama 160 soruya göre yapılmalıdır. Bu yöntem sayesinde öğrencilerin ilkokuldan itibaren iyi birer okuyucu olması için hem aileden hem de okuldan geniş destek sağlanacaktır. Sözlerimizin başında ifade ettiğimiz PİSA sınavlarında, dikkat edilirse belli ülkeler hep ön sıralardadır. Çin’in eyaletleri hep birinci. Hepsinde sabahın erken saatlerinde eksi 2 derecede kütüphanenin açılmasını saatlerce bekleyen öğrenci kuyrukları var. Her sabah aynı manzara görülüyor. Keza söz konusu sınavlarda Avrupa birincisi olan Finlandiya’nın durumu da aynıdır ve öğrenciler yüksek düzeyde kişisel gayret geliştirecek şekilde eğitime tabi tutulurlar. Ülkemizde ise maalesef Hababam Sınıfı kültürü vardır.

Sözlerimizin sonunda büyük önem verdiğimiz bir hususu tekrarlamak istiyoruz:

Türkiye için eğitim sorunu, günümüzde geçmişte olduğundan çok daha fazla bir milli güvenlik sorunu haline gelmiştir. Bu yüzden, milletimize güvenli bir gelecek hazırlayan tutarlı bir eğitim sistemi adına her zamankinden daha yoğun, kararlı ve ısrarlı bir mücadeleye girişmek gerekiyor. Eğitim deyince, öğrenciye işe koşulacak bilgi yükleme, hayat için gerekli donanımı kazandırma sürekli eylemi akla gelmelidir. Yukarıda sıraladığımız, eğitime dair olmazsa olmaz şart olarak öne sürdüğümüz temel ilkelerin hiçbiri Türkiye’de uygulanmamaktadır. Elektron bombardımanı altında tutulan Türk genci kendisi olmak için değil de Batılılara güven duyan ya da şeyhine inanan, değişim ve uyum adı altında onları taklit ederek yaşamayı benimsemiş bir düşünce yapısı telkini altında tutulmaktadır. İstisnaların olması, bu hükmün abartılı bulunmasına hükmetmeye yetmez.

ÖNEMLİ NOT: Japonların eğitim anlayışı: http://odatv.com/vid_video.php?id=8E176

PEKİ, BÜTÜN BU İŞLER HANGİ PARAYLA YAPILACAK?

PARA NEREDE?

EĞİTİMİN PAHALI OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORSANIZ, CEHALETİN BEDELİNİ HESAPLAYIN.

SOKRATES (MÖ 469-399)

 

Konuşmamızın başından beri kapsamlı laboratuvar, deney düzenekleri, yabancı dil okulu ve gözlem araçlarıyla donatılmış doğa kampları gibi yatırım gerektiren işler öne sürüyoruz ve bunların mutlaka sağlanması gerektiğini savunuyoruz. Bizi dinleyenler, ayağı yere basmayan, mali imkânsızlıklar nedeniyle gerçekle bağ kurmadan ortaya atılmış fikirler öne sürdüğümüzü düşünebilir. Demek ki tezimizi tamamlamak için söz konusu projeleri nasıl fonlayacağımızı da açıklamamız gerekir.

Önce şunu belirtelim ki, ek kaynak arayışına girmeden mevcut bütçeyi, sıraladığımız olmazsa olmaz ilkeler ve öncelikler doğrultusunda yeniden düzenleyerek kaynak sorununun çözülebileceğine inanıyoruz. Birçok bütçe kaleminde tasarrufa gitmek mümkün olmakla beraber, burada sadece iki kalemde değişiklik öne süreceğiz. Biri Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinde yer alan harcama kalemlerinde değişiklik yaparak, diğeri ise Diyanet İşleri bütçesinden Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine aktarma yaparak ihtiyacımız olan parayı büyük ölçüde bulabileceğimizi düşünüyoruz.

Önce Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinde yer alan büyük harcama kalemlerinden birini ele alalım.

Kamuoyunda iktidar kanadı tarafından uzun zaman yoğun biçimde siyasi propaganda malzemesi olarak kullanıldığı için herkes tarafından bilinen Fatih Projesi için ayrılmış olan bütçede çok büyük bir kaynak mevcuttur. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan projeyi tanıtırken şöyle demişti:

“Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethederek Ortaçağ’a son vermiş, Yeniçağ’ı başlatmıştır. İşte biz de bugün Fatih projesiyle sadece eğitim sisteminde değil, eğitimin etkilediği her alanda bir çağı kapatıyoruz.”

Söz konusu proje, 6 Şubat 2012’de, şaşalı bir törenle ve bu sözlerle başlatıldı. Kısaca hatırlatacak olursak, proje kapsamında okullara 18 milyon tablet bilgisayar dağıtılacaktı ve dersliklere üç bölümden oluşan, LSD panelli akıllı tahta konacak, eğitimin kalitesini yükseltmek için teknolojinin bütün imkânları seferber edilecekti. Projeye 2015 bütçesinde ayrılan para 4,3 milyar TL idi. Oysa başlangıçta projenin 1,5 milyar TL’ye mal olacağı açıklanmıştı. Şimdi ise projenin 8 milyar liraya mal olacağı konuşuluyor. Ne var ki projeden bugüne kadar yapılan olanca harcamaya rağmen hiçbir sonuç alınamadı. Seçim öncesi dağıtılan 730 bin tablet de oyun aleti oldu. Atari niyetine kullanılıyor ve ders çalışmaktan kaytarmak için yeni bir heves ortaya çıkardı. Şimdilerde bu tabletlerde sanal dövüş ve savaş oyunları veya sanal futbol oynanıyor. Bu tabletler üzerine uygun program yüklendi. Öğrenciler tabletlerini okula getirmiyor. Diğer yandan, 2015 seçimlerinde oy kullanmak için gittiğim ilköğretim okulunun hiçbir sınıfında akıllı tahta göremedim.

Başkent Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmadan çıkan sonuca göre, söz konusu tabletlerin eğitime bir katkısı yok. Projeden sadece kamu kaynaklarına göz diken birileri zengin oldu. Eğitim sorununun esastan çözümü için hem zaman hem de çok büyük kaynaklar kaybedildi. Türk Eğitim-Sen “Fatih Projesi siyaset aracı olarak kullanıldı”, diyor. İktidar kanadı dâhil, artık konu hakkında olumlu görüş bildiren kimse yok. Konu gündemden düşürülüp unutturulmaya çalışılıyor.

İşte iktidar tarafından 8 milyara mal olacağı bildirilen projeyi çöpe atıp, 8 milyar TL olması öngörülen bütçeyle yabancı dil okulları, doğa kampı sahaları, bilimsel deney laboratuarları yapılmasını savunuyoruz.

Heba edilen ikinci bir kaynak daha var. Aşağıdaki grafikte Diyanet İşleri bütçesinin yıllara göre artışını görüyorsunuz. Söz konusu kurumun bütçesi AKP iktidarı döneminde yaklaşık 11 kat arttı. 2002’de 553.364.200 TL olarak belirlenen bütçe 2016 yılında 6.400.000.000 TL olarak öngörüldü.

Diyanet İşleri teşkilatı kendisine tahsis edilen bu parayı nerede sarf ediyor. Karşılığında hangi hizmetler alınıyor. Konuşmama son şeklini vermeye çalıştığım günlerde (2016 Şubat) Diyanet’in işleri ile ilgili bir haber gözümden kaçmadı. Diyanet Teşkilatı bu yıl 81 ilde kıbleyi doğru hesaplasın diye Kıble Uzmanı almaya karar vermiş. Bu düpedüz cehaletin daniskasıdır. Çünkü bu iş harita mühendislerinin işidir ve kıbleyi bulmak için Tapu Kadastro Müdürlükleri’ne başvurmak yeterlidir.

Diyanetin bütçesine göz konuyor ithamına maruz kalabiliriz. O halde şu soruyu sormamız gerekir:

Eğitimin felç olduğu, gerek ülkemizde yapılan sınavlarla gerekse de uluslararası sınavlarla kanıtlandığına göre,  eldeki sınırlı mali imkânları önce nereye harcamak gerekir?

Öncelik sırası nasıl olmalıdır?

Üçüncü bir kaynak olarak cumhurbaşkanı için yapılan 1000 odalı sarayı göstereceğiz. Bu sarayın inşa masrafları bir kenara aylık masrafları 21 milyon TL imiş.

Sonuç olarak kısaca konuyu şöyle bağlamak istiyoruz:

Yukarıdaki iki örnekten eğitimde köklü reform için bütçede geniş imkânların var olduğu görülüyor. İhtiyaç duyulan şey siyasi otoritenin zihniyetinde köklü değişiklik olması. İktidar söz konusu harcama kalemleriyle 2023’de ilk 10’a girme hedefine doğru atış yapıyor ama hedef tahtasına bile isabet ettiremiyor. Eğitim sisteminin doğru bir kanala oturtulması için öncelikle zihniyet değişikliği için mücadele etmek gerekiyor. Yoksa para var ve görüldüğü gibi yağmalanıyor.

EK: CEPHEDE YAZILAN SATIRLARLA TARİH DERSİ    (Beşinci bölümde video olarak yer alıyor.)

1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’na Doğu cephesinde katılan Mehmet Arif Bey, yayınladığı Başımıza Gelenler adlı eserinin başlangıcında, başımıza gelenlerin ilk nedeni olarak bakınız ne diyor: 

“Akıl bu ya!

Önceleri tarih ilmine hiç önem vermezdim. Bilinmezse ne olur? Gereksiz ve faydasız, yalnızca bir bilgiçlikten ibarettir derdim. Bilinmesiyle bilinmemesini eş tutardım… Fakat son olarak yaşadığım tecrübelerin yardımıyla aklım başıma geldi. Anladım ki meğer iş öyle değilmiş. Tarih o kadar önemli, o kadar dikkate değer bir ilimmiş ki, tarih bilinmezse, devlet gemisinin dümeni, istenilen yöne doğru çevrilemez. Tarih bilmezlik, siyasi olarak, devletçe çok büyük noksan ve hataların meydana gelmesine sebep olur. Tarih, bir milletin bakıp bakıp, varsa ayıp ve noksanlarını görüp düzeltmesi için bir aynadır. Gerçeği gösteren ve gelecek nesillerin gözleri önüne seren bu ayna, ayıp ve kusurları olmayan milletlerin, mücadele yeri olan şu dünya pazarına, güzellik ve olgunluklarına şükrederek, şık bir kıyafet ile çıkmalarına yarar.

Başkalarını ve eskileri bırakalım da şu yakın zamanları ele alalım. Daha dört gün önce, Osmanlı devletinin emir ve fermanına mahkûm şu ehemmiyetsiz Mora eyaletini “Yunan” şekline sokan, tarihtir… Romanyalıları, Sırpları, Karadağlıları, Bulgarları birer bağımsız devlet şeklinde “Balkan hükümetleri” adıyla dirilten, yine tarihtir. Ermenilerin dili altında ileri geri şeyler bulunduran, yani, âlemin nazarına kuvvetli bir siyasi varlık olarak çıkıp görünmek hevesini ve onlarda da zamanın modasına uygun milliyet aşkı ve kavmiyet sevdası uyandıran yine tarihtir. Tarih olmasaydı, 1877 yılında Rumeli kıtamız bir savaş ve gürültü patırtı ateşgedesi kesilmezdi…

Şu Rumlar yok mu şu Rumlar, yıkılıp ortadan kalkan şu Yunan devleti ile bozuk bir lisandan başka şimdi ahlakça, verasetçe ve nesepçe hiçbir ilişkileri olmadığı halde, tarihin tesiriyle müfrit kesilmişlerdir. Rumların ufak bir diyakozu papazı, Eflatun ve Aristo’nun ders çemberinde yetişmiş bir hünerli ve gündelik ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz, tembel bir Rum palikaryası Makedonyalı İskender’in torunu imiş gibi bir çalımla varlık gösterir de, canlı kanlı bir asker oğlu asker kesilir…

Kısacası, bizim kolumuzu kanadımızı kırıp hareketsiz bırakan bozgun silahı, hepimizin ve iş başındaki devlet adamlarımızın çoğunun, tarihten ibret almayışıdır. Düşmanlarımızın şanlarını yükseltmek sebebi ise, her ferdinin, milletinin tarihini, kavminin serüvenini bilmesi ve inanmasıdır…

İddia edebilirim ki, insancasına yazılmış muhakemeli bir tarih, yalnız başına insanı canlandıracak, harika bir güce sahiptir. Gerçekten böyle bir tarih, ölüleri mezardan çıkarır derlerse yeridir. Fakat tarihteki ruh kavramı, parlak bir fikirle beraber, akıllı bir rehber ve eğitici tarafından gençlerin zihinlerine, taşa nakşolunur gibi yazılmalıdır. Din ilmi üstatlarına “Ruh terbiyecisi” denilirse, tarih muallimlerine de –amma kıssa anlatanlarına değil- “Kahramanlık babası” denilmelidir… Muhakemeli bir tarih öğretmeni bir milletin mayasına gayret ve hamiyet tohumunu saçar. İş adamı olmak üzere yetişecek milletin çocuklarının fikrini aydınlatır. Onları milletin mutluluğunu sağlama yoluna sevk eder. Ders esnasında vereceği somut ve mantıklı örneklerle, öğrencilerini hayalperest olmaktan kurtarır. Halkın zihnine mantılı olana inanma yetisini yerleştirir. Yoksa bizde, şimdi okullarda okutulan tarihe, tarih dersi okunuyor, demek abestir. Bunları dinleyenler birer yazıcı, anlatanlar ise masalcıdır…

Siyasi varlığımız daha eldeyken, ileri gelenler, ümmetin ahlakına musallat olan fesadın yok edilmesine, Allah rızası için el birliği ile çalışsınlar. Kahramanlık ruhunu ve milletin devamı aşkına en ücra yerlerdeki köylerin okullarına bile yayacak, parlak fikirli öğretmenler arasınlar. Eğer yoksa icat etsinler. Bize ve bizden öncekilere ait tarihleri araştırarak, geçmiş olayları iyice öğretsinler.”

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Stay Connected

More Updates